Hüseyin oğlu Hasan'ı hiç tanımıyordum.
Bir gün arkadaşlarla birlikte "Kolobara" hanına girdik; onu gösterdiler bana; güzel sözlerden hoşlandığını, saygı gösterilince mutlu olduğunu söylediler; sonra da çarşıya bakan pencerenin önündeki bir sekiye oturttular beni.
Oturduğum yerden hem çarşıda alışveriş yapan insanları, hem de Hüseyin oğlu Hasan'ı istediğim kadar seyredebilecektim ve böylece de herkese, Sarayova'daki "Kolobara" hanında Hüseyin oğlu Hasan'ı gördüğümü anlatabilecektim ayrıca.
Ne var ki, bana dediklerinin uyarınca selamlayamadım onu: "İşte şu gördüğün adam Hasan'dır," diye bana gösterdikleri adamı, yüzümü ona dönerek ve biraz da eğilerek selamladığımı şimdi anımsıyorum: fakat onun hoşlanacağı cinsten güzel ve gönül alıcı birkaç söz söyledim mi, yoksa söylemedim mi şimdi yine pek anımsayamıyorum. Sekiye doğru yöneldim ve oturdum; kendisine şöyle doğru dürüst bir selam bile veremediğim için Hasan'ı seyretmek istemedim pek. Ayrıca ilk kez o gün gördüğüm Hasan'a da, başkalarına nasıl selam veriyorsam öyle selam verdim; ama, o selam verirkenki eğilişim ve ona yarım ağızla birkaç söz söyleyişim arkadaşlarımın yüzünden olmuştu, onlar istemişlerdi öyle davranmamı ve ben de istedikleri gibi yapmaya çalışmıştım. İşte böyle bir üsteleme sonucu Hasan'a karşı hiç de sıcak davranamamış, yapmacık, içten gelmeyen, neredeyse münasebetsizce selamlamıştım onu. Bütün davranışlarımı arkadaşlarımın istekleri doğrultusunda yapmıştım; hepsi de ısmarlamaydı, ona karşı bir yakınlık duymuyordum, çünkü hiç tanımıyordum onu. O da beni tanımıyordu, hatta selamıma karşılık bile vermeyebilirdi. Arkadaşlarım istemişti; böyle yap, şöyle yap... hoşlanır, demişlerdi, ben de kurulmuş gibi söylenilenlerin hepsini yapmaya çalışmıştım. Arkadaşların dediklerini yaptım yapmasına ama, böyle hiç tanımadığım birine olağanüstü bir saygı göstermek bana ters gelmişti. Buraya ağız tadıyla bir çay içmeye ve hanın çarşıya bakan pencerelerinden dışarısını seyretmeye gelmiştim. Bunları da söyledim arkadaşlarıma; onlar: "doğru" dediler; "zaten hepimiz buraya çay içmeye geliyor fakat şansına Hasan da burada, Hüseyin oğlu Hasan! Konuştuklarını dinleme mutluluğuna eremesen bile, onu seyredebilme mutluluğuna kavuştun" dediler. Evet böyle dediler: ona doyana dek bakabilirmişim.
Hasan'dan neler duyacaktım, bilmiyordum; arkadaşlarıma da sormadım bunu; hanın penceresinden çarşıyı seyrederek çayımı yudumlamaya başladım.
Arkadaşlarım beni hana boşuna getirdiklerini düşünmeye başladılar; çünkü çarşıyı seyretmek bana, Hasan'ı seyretmekten, onun konuştuklarını dinlemekten daha ilginç geliyordu ya da böyle bir havam vardı üzerimde. Üstelik hana gelen öteki müşterilere de pek benzemiyordum. Hasan'ı görmek, hele bir de konuşmalarını duymak olağanüstü bir şeydi, böyle demişlerdi; onu görmemi, anlattıklarını duymamı istemişlerdi, ama, ben çarşıyı seyrediyordum ve bu yüzden de arkadaşlarımın üzüldüklerinin farkındaydım.
Çayımı içip bitirdim, boşalan bardağı tabağına koydum ve oturduğum han kahvesinin dört bir yanına bakmaya başladım. Birkaç tüccar vardı; koyun ve karaca postlarıyla döşenmiş sekilerde sessizce oturuyorlardı. Yabancı sayılırlardı. Handa gecelemişler, şimdi de oturmuş çaylarını içiyorlardı. Belli belirsiz bakıyordum onlara. Sonra bakışlarımı kapı ağzına dek uzanan sekide, taa Hasan'ın oturduğu yere dek kaydırdım. Şaştım kaldım; Hüseyin oğlu Hasan gibi bilge bir adama, çarşının en akıllı adamına neden kapı ağzındaki bir yeri uygun bulmuşlardı? Neden onun orada oturmasına izin vermişlerdi? Anlayamamıştım. Çarşının en akıllı adamı odur sözü bayağı heyecanlandırmıştı beni. Kapı ağzında oturan bu adamın çarşının en akıllı kişisi olduğuna pek inanamıyordum. Kendisine bakıp durmam da akıllı olduğuna inandığımdan filan değildi, arkadaşlarım bakıyor diye ben de bakıyordum ona. Sonra, Hüseyin oğlu Hasan'ın kendisine bakılınca hoşlanan biri olduğunu söylemişlerdi bana. Bu söz aklıma gelince artık dayanamadım ve: "Durmadan bu adama niçin böyle bakıp duruyoruz?" diye sordum arkadaşlarıma. İçlerinden biri: "İstemezsen bakma, kimse zorlamıyor seni," diyerek sorumu yanıtladı; sonra da şunları ekledi: "Hasan'ı seyretmek gerçekten pek öyle ilginç bir seyir değil; ha Hasan'ı seyretmişsin, ha başkasını, ama onun anlattıklarını başkasının ağzından öldün billah duyamazsın, öyle bir anlatır ki, hayran kalırsın."
"Peki," dedim bunun üzerine de; "onun anlattıklarından bir şeyler öğreniliyor mu bari? Eğer onu dinlersem ne geçer elime?"
Bu sorum arkadaşlarımı şaşırttı. Bana yakın oturanlardan biri kulağıma eğildi ve alçak bir sesle fakat anlaşılır bir biçimde, üstelik de bana bir çocukmuşum gibi davranarak: "Bak", dedi; ''biri akşam yemeğine davet etmiş Hasan'ı. Tabii, sırf Hasan'ı değil, arkadaşlarını da çağırmış. Zenginlerden biriymiş davet sahibi. Konuklarını gayet iyi ağırlamak istiyormuş, bu yüzden de kadınlarına en güzel yemeklerle süslü eksiksiz bir sofra hazırlamalarını buyurmuş. Kadınlar girmişler mutfağa ve başlamışlar bildikleri en güzel yemekleri hazırlamaya. Derken, tuzlusuyla, tatlısıyla, içkisiyle yemeklerin envai çeşidi gelmeye başlamış sofraya, sofra böylece en güzel yiyecek içeceklerle donatılırken Hasan da başlamış anlatmaya. Anlattıkları öylesine ilginç, öylesine güzel ve öylesine çekici öykülermiş ki herkes nefesini tutmuş, bir söz olsun kaçırmadan dinlemeye başlamışlar. Hasan'ın anlattığı öykülerle birlikte başka diyarlara, başka ülkelere, başka zamanlara gitmişler; nerede bulunduklarını, hangi zamanda olduklarını unutmuşlar; ne kendilerini görürlermiş; ne de başkasını, hatta Hasan'ı bile görmez olmuşlar; ama, Hasan'ın sesi hep kulaklarındaymış. O ses, çok eski zamanlarda yaşamış, her şeyi gözüyle görmüş ve öğrenmiş birinin sesi gibiymiş. Ben diyeyim iki üç yüzyıl, sen de daha fazla, işte o kadar yıl önce yaşamış insanların kimler olduğunu, ne işlerle uğraştıklarını, onların en gizli işlerini bile bilen birinin sesi gibi geliyormuş onlara Hasan'ın sesi. O davet gecesi neler olmuş biliyor musun? Yemekleri hazırlayan kadınlar, Hasan'ın anlattıklarından biraz olsun yararlanabilmek için sofraya yemek getirdikten sonra odadan çıkmayıp orada kalmaya başlamışlar. İlki, ikincisi, üçüncüsü derken hepsi de odada kalmış ve can kulağıyla dinlemeye başlamışlar Hasan'ı. Artık kadınlar da Hasan'ın anlattığı şeylerin ardından diyar diyar gezmeye başlamışlar. Derken horozlar ötmeye, sabah olmaya başlamış, kadınlar da kendilerine gelmişler, kendilerine gelmeleriyle birlikte, akıllarına, geçen akşam hazırlamaya başladıkları yemekler de gelmiş. Ne var ki, bütün bir gece, sabaha dek ocaktaki bütün yemekler yanıp gitmiş, ve ahlardan, oflardan başka yapacak şeyleri kalmamış zavallıcıkların.
İşte böyle olaylardan sonra işleri olanlar Hasan'ın anlattıklarını dinlememeye çalışırlar; neden dersen, Hasan'ı dinlerken işlerini güçlerini unutuyorlar da ondan. Handa kalanların içinden Hasan'ı dinlemiş olanlar geceleri uyuyamaz olmuşlar, ertesi gün kendilerine gelince başka bir zamanda buluyorlarmış kendilerini, çok eski zamanlarda. Bırak başkalarını, kendilerini bile tanıyamaz olurlarmış. Onların tanıdıkları hep eski zamanların insanları olurmuş ve o günü, o çok eski zamanlarda ve o tanıdıklarıyla geçirirlermiş. Bu adamları görenler ya sarhoşlara, ya salaklara, ya da akıllı görünmek isteyenlere benzetirlermiş, anlıyor musun? Hasan'ın anlattığı şeyler eğer acıklı ise, dinleyicilerden kimileri o kadar çok üzülür, o kadar çok üzülürlermiş ki böylesine kötü bir dünyaya geldiklerine bin pişman olurlarmış. Hüseyin oğlu Hasan'ı sana daha çok anlatamam, en iyisi bu akşam hana yine gel ve onun anlattıklarını kendi kulaklarınla dinle," dedi kulağıma eğilen arkadaşım. Aynen bunları söylemişti ve bir çocuğu bilgilendirir gibi davranmışta bana. Kulağıma fısıldadığı şeyler bitince, kendisine bir şey sormamamı, sonra da sorduğum şeyi yanıtlamayı filan boş verip ayrıldı yanımdan. Gerçekten de ona soracağım bazı şeyler vardı; fakat soramadım işte, sözü biter bitmez yanımdan ayrılıverince kalakaldım. Birer çay daha içtik, bir süre sustuktan sonra: "Bu Hasan," dedim; "gerçek şeyler mi anlatıyor, yoksa kendisi mi uyduruyor anlattıklarını?"
"Arkadaşım bana doğru döndü, elinde tuttuğu boş çay bardağıyla yüzüme baktı ve: "Hasan'ın anlattıkları gerçek mi, değil mi bunu bizler bilemeyiz. Eğer biri bunu Hasan'a soracak olursa, onu gücendirmiş olur ve Hasan da anında keser sözünü. Hasan anlattığı öyküyü yarıda kesince de herkes kızar o soruyu sorana ve hemen soru sahibinin çay parasını öderler ve onu kapı dışarı ederler. Sen de iyi ki bana sordun, bir de kendisine sorsaydın çok kötü olurdu; inan bana, çok kötü olurdu. Ayrıca, sen sen ol, bundan sonra sakın böyle soruları kafandan filan geçirmeye kalkma; ama, madem ki bana sordun, ben de dilimin döndüğünce yanıtlamaya çalışacağım seni. Şimdi bu Hasan'ın anlattığı öykülerdeki gerçek, gerçeğe benzemez gibi gelirse de insana, gerçek olmayanlar, düzmeceler, uydurulanlar hep gerçekmiş gibi olur. Hasan'ı dinleyen de kendini belli bir yerde, belli bir durumda bulamaz... dinleyicisini sanki beşikteymiş gibi tatlı tatlı sallar Hasan. Güldürmek isterse, güldürür; ağlatmak isterse, ağlatır. Ağır başlı, hikmet dolu öykülere başladığı an, sakallan göbeklerine dek inen ak sakallı kocalan görüyormuş gibi olur insan ve bu ak sakallı bilge kocaların yanında hiçbir şeyden haberi olmayan biri gibi sanırsın kendini." Böyle dedi arkadaşım, bunları anlattı bana ve sanki Hasan olağanüstü bir varlık, insan üstü güçleri olan biri gibi görünmeye başladı bana da. Sekinin sonunda, tam kapı ağzında bir yerde tek başına oturan Hasan'a bakıyordum durmadan. Ömrü boyunca hayatını kazanmak için bir iş tutamamış gibi bir hali vardı. Hanlarda oturup, kendini dinleyen insanlara öyküler anlatmaktan başka bir işi ve amacı yokmuş gibi bir izlenim bırakıyordu. Orta yaşlıydı; esmer uzun yüzlü, yakışıklı biriydi. Başında beyaz yünden örülmüş bir takke vardı, takkesinin tepesinde ise gonca gibi bir püskül sarkıyordu ve doğada ne kadar renk varsa hepsi püsküle örülmüş gibiydi. Uzun kirpiklerinin ardındaki kapkara ıslak ve iri gözleri yumulup açılınca kolay rastlanılmaz bir hüzünle parıldayıp duruyordu. Yakası tavşan kürküyle kaplı kaftanı sonbahar korularının olanca rengiyle; yapraklarla, böğürtlenlerle bezenmişti ve kendisi de sanki o korudaki ürkek bir yaratığı andırıyordu.
Çarşıdaki insanlardan hiçbirine benzemiyordu, özel bir görünüşü vardı. Tüccarlar, zanaatçılar, hocalar sıradan görünüyor, o bambaşka duruyordu. Kimseden bir istediği yoktu, ona hiç kimse gerekli değildi ve bu yüzden de çevresine karşı ilgisizdi, özellikle ilgisizdi.
Dünyanın her yanında bulunan bu büyük hanın benzeri öteki hanlarda da görülen ve başkalarına yük olmaktan, başkalarını usandırmaktan çekinen, bu yüzden de hep kapı ağzına yakın bir yerlerde oturan avarelerden biriydi bu Hasan da. Böylelerinin genellikle evi barkı olmazdı; olsa bile hanları, evlerinden daha üstün tutarlardı. Çünkü hanlar kışın sıcak, yazın serin olurdu. Üstelik insana yalnızlığını da unuttururdu buralar. Kapı ağzına yakın yerlerinden handaki öteki müşterileri seyrederler, onların konuştuklarına kulak kabartırlar ve böylece de mutlu olurlar. Bunlar fakir fukara takımından insanlar da değildir. Kimseden bir şey istemezler, başkalarının çayına "bana da bir tane ısmarlasanıza" der gibi bakmazlar. Tersine, eğer o gün üstlerinde paralan varsa, handa bulunan herkesin çay parasını öderler. Böyleleri başka türlü insandır... Hanların bir parçası gibi olurlarsa da ne etliye karışırlar, ne de sütlüye...
Hüseyin oğlu Hasan'ı gözlerimi ondan bir an bile ayırmadan seyrederken kafamda dolanan düşünceler şu yukarıda anlattığım düşüncelerdi.
Hasan'ın babası olan Hüseyin efendiyle ilgili kimi bilgiler de edindim: Hüseyin efendinin dedesi Lim nehri boyunda yer alan Akova'dan imiş. Karışıklık ve altüstlüklerle dolu bir zamanda Akova'dan göç etmişler. Soyadları bu yüzden "Akovalı" imiş. Hüseyin efendinin dedesi, Akova'dan göç ederken bütün oğullarıyla birlikte kardeşlerini de getirmiş; Akovalı bu göçmen aile dört elle işe sarılmış. Tuttukları işin cinsine, işin namuslu olup olmadığına pek bakmadan ne iş olursa yapmışlar, böylelikle de hepsi iyi servetler edinmiş. Ancak içlerinden bir tek Hüseyin efendinin; yani Hasan'ın babası olan Hüseyin efendinin eline bir şey geçmemiş. Çünkü, Hüseyin efendi kendini nankör bir işe, hiç para getirmeyen bir işe, yani kitaba, okumaya vermiş. Böylece de karısı ve iki oğluyla yoksulluk içinde geçip gitmişler. Hüseyin efendinin iki oğlundan biri işte bu bizim Hasan imiş, öteki oğlunun adı da yine Hasan imiş ama, bu ikinci Hasan, Hüseyin efendinin öz oğlu değil evlatlığı imiş. Fakat Hüseyin efendi öz oğlu Hasan ile, evlatlığı Hasan'ı aynı sıcaklıkla sevmiş, aralarında bir ayrım gözetmemiş. Oğullar da birbirlerini öz kardeş bellemişler ve babaları Hüseyin efendinin bir baltaya sap olamamasından gelen yoksulluk ve parasızlık içinde yakınmadan gül gibi geçinip gitmişler... O zamanlar bizim Hasan, başkaları karıştırmasın diye kendini Hüseyin oğlu Hasan diye tanıhrmış ve böylece kardeşinin adının da Hasan oluşu pek bir karışıklık yaratmazmış... Hüseyin oğlu Hasan, babasıyla birlikte mahalleleri gezer, babasının anlattıklarını dinlermiş. Babasının anlattıkları şeyler kitaplardan okuyup öğrendiği şeylermiş; ama, bazen kendi kafasından uydurduklarını da anlatırmış. Böylece babasını bu işinde yalnız bırakmayan Hüseyin oğlu Hasan, babasından yeterinden çok öykü öğrenmiş. Ayrıca, babası gibi öykü düzmesini, giderek kitaplardan okuduğu öykülere kendi düzdüklerini eklemeyi, olmayan öyküleri varolan öykülere döndürmeyi; asıl önemlisi, kendi kafasına göre yeni ve özel bir anlahm biçimi uydurmayı öğrenmiş...
Hasan'ın anlattığı öyküler babasının anlattığı öykülerden daha canlı ve daha akıcıymış. Anlatışı ise pek daha kıvrak, zamana, yere ve dinleyicilerin havasına çok uygun düşermiş ve bu özelliklerinden ötürü Hasan, babasının ölümünden sonra hemen ünlenmiş, ünü her yana yayılmış. Hasan işinde öyle ustalaşmış, öyle ustalaşmış ki, bütün incelikleriyle zanaatını eyler olmuş. Emeğin, neşeli insanlara acıklı öyküler, kederli insanlara neşeli öyküler anlattığı hiç olmamış. Kim ne durumda ise, o durumuna uygun öykü duymuş Hasan'ın ağzından.
Oturduğu ve yaşadığı mahallede Hasan'ı kendilerini neşelendirdiği için mahalle halkı yedirip içirirmiş. Hasan'ın mahallesinde yapacağı pek bir iş kalmayınca; yani, anlattıkları tamam olunca, yavaş yavaş hanların bulunduğu çarşıya inmeye başlamış. İlkin çarşıdaki küçük hanları mekan tutmuş, sonra da çarşının en büyük hanına, bu "Kolobara" hanına gelip gitmeye başlamış. "Kolobara" hanında konaklayan müşteriler, öteki hanlarda konaklayan müşterilere pek benzemezler, daha bir seçkin kişiler olur "Kolobara"nın müşterisi. Üstelik "Kolobata" hanının sahibi Arif Tabak kendine özgü bir adamdır, öteki han sahiplerine hiç benzemez. İşte bu Arif Tabak, Hasan'ın yemesini içmesini de üstüne aldığı gibi, sekinin sonundaki kapı ağzına yakın olan o yeri Hasan'ın oturması için özel olarak ayırmış. Bundan sonra Hasan da artık her sabah erkenden hana gelmeye ve kendisine ayrılan o yere oturmaya başlamış. Handa konaklayan müşterilerin han kahvehanesini doldurmalarından başlayıp akşam olup da el ayak çekilmeye başlayıncaya dek orada oturur, sonra da çıkar gidermiş.
Hasan'ın yaşam öyküsünü ben bir akşam, o da bir rastlantı sonucu öğrendim. O akşam ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilmiyordum; bu bilmezliğim içinde kalkıp "Kolobara" hanına gittim ve Hasan'ın öyküsünü de işte o akşam öğrendim..
Kendisi her zamanki yerinde oturuyor, başının tam üstüne gelen yere çakılı çivide asılı duran bir lamba yanıyordu. Beyaz yün örgü takkesinin tepesinden sarkan rengarenk püskülü yabansı görünümlere bürünüyordu. Bana bir çocuk yüzü gibi gelen esmer ve uzun yüzü gölgeliydi. Çevresindeki insanlar onu soluksuz dinliyorlardı. Dinleyenlerden kimileri bağdaş kurup oturmuş, kimileri diz üstü çökmüş, kimileri de kerevetlere şöylece ilişmişlerdi. Ben de uygun bir yer bulamadığım için rastgele bir yere ilişiverdim. Anlattığı şeylerin tamamım duyamıyordum. Çok kalabalık vardı, ancak parça parça şeylerdi duyabildiklerim. Önümdekilerden anlatılanları yinelemelerini istiyordum, fakat öylesine kulak kesilmişlerdi ki, beni duymuyorlardı bile. Benimle ilgilenirlerse, sanki Hasan'ın dağıttığı armağanlardan birçoğunu yitirecek gibiydiler.
Daha sonraki akşamlar iyi bir yer kapabilmek için erkenden damlamaya başladım hana. Fakat en iyi yeri hiçbir zaman tutamadım. Çünkü benden daha önce davranıp erken gelenler vardı. Bu yüzden her zaman bir sekinin ucuna eğretice ilişmeye ya da diz üstü çökmeye zorunlu kalıyordum. Böyle anlarda Hasan'ı daha iyi duyuyor ve daha iyi görebiliyordum, neredeyse yanımdaymış gibi oluyordu, öylesine yakındı; ama çok da uzaklı. O uzaklıktan gözümüzle göremediğimiz, gerçekte olmayan bir dünyayı ve bu olmayan dünyada yaşayan insanların başlarından geçenleri, kazandıkları ve yitirdikleri şeyleri, savaşlarını, evlenmelerini, ölümlerini... dinliyordum. Anlattıklarından hangisi gerçekti, hangisi düzmeceydi belli değildi. Her şey iç içeydi ve Hasan kendi olağanüstü düş gücüyle dinleyenleri bir güzel sarıp sarmalıyordu.
Anlathklarının belli bir sırası yoktu. O anda aklına geleni, yine kendisinin o anda kolayca düzüverdiği öyküleri arka arkaya sıralıyordu. Öyküleri düzmeye başladığı anlarda daha yavaştı, duralıyordu, çayını içip bitirinceye dek susuyordu; eğer çay içme süresi öykü düzmesine yetmezse dinleyenleri bekletip sıkmamak için hazır öykülerinden birini anlatmaya başlıyordu.
Bu hazır öykülerinde hep eski Sarayova'yı anlatıyordu. O bir zamanların Sarayova'sını; insanlarını, mahallelerini, evlerini anlatıyordu. O evlerin çok başka evler olduğunu söylüyor, evlerin yönlerini, nasıl kurulduklarını bile anlatıyordu. Evlerin pencerelerinin bahçelere, arka yüzlerinin de sokaklara baktığını ve o evlerin sırtlarını döndükleri sokaklarda olup bitenleri, o sokakların çocuklarını, her şeyi... her şeyi anlatıyordu. Analar babalar çocuklarına, sokaktan gelip geçen insanlara dikkat etmelerini onları sakın ıslatmamalarını söylerlermiş. Eğer çocuklar sokaktan geçen birini ıslatacak olurlarsa ıslananın ibriklerden dökülen sularla paklanması sağlandıktan sonra bu haltı karıştıran çocuk da bir güzel dayağı yermiş.
Eski Sarayova'nın görüntüsünü değiştirmeyi çok seviyordu; kendi yarattığı yeni resimlerle gösteriyordu Sarayova'yı bazen Sarayova kentini kundaklıyor, yakıp kül ediyor ya da sel baskınlarına uğratıyor; bu da yetmezse, salgın hastalıklarla perişan ediyordu. bazen hırsızlara talan ettirdiği de oluyordu... Sarayova'yı yakıp kül ettiği anlarda gözlerini yumuyor ve sanki dumandan göz gözü göremez gibi bir hal alıyordu. Dumandan ve alevden insan insanı göremiyordu, ev evi göremiyordu. Böyle bir hava yaratıyordu işte. Sonra Sarayova'yı yeniden, fakat bu kez eskisinden daha güzel yaratıyordu. Bu yeni ve güzel Sarayova'nın uzun bir ömür sürmesini istemezmiş gibi, hiçbir şey yapmasa bile şehri çamurlara buluyor ve iğrenç bir duruma sokuyordu ki seyri mümkün olmuyordu. Sonra temizliyordu, badanalıyordu, yeşil çimenler ve meyve bahçeleriyle beziyordu. Fakat bu bağlık bahçelik ve pırıl pırıl görünümlü Sarayova'yı yine rahat bırakmıyor, masmavi lekesiz bir gökten şimşekler yağdırıyordu üstüne. Minarelerin birçoğunu yıkıyordu. Sarayova'nın başına gelen bu felaketlerin işlerine hile karıştıran tüccarların yüzünden şehre yağdığını açıkça söylemiyordu, ama, bunların hep en yüksek noktalara vurduğunu söyleyerek, felaketlere neden olanları kapalı da olsa sergilemeye çalışıyordu. Suçluları mutlaka hapse tıkıyor, hile yapan tüccarların kulaklarını çiviyle deliyor, onları herkes görüp ibret alsın diye çarşının ortasında direğe çaktırıyordu. Daha ağır suçu olanı da gece yarısı şehrin kulesinde boğuyordu. İşlediği ağır suç nedeniyle boğulan her kişinin uğradığı sonu ilan için bir pare top atılıyordu. Suçlulardan bazılarını Orta Asya'ya, taa Karakazan'a sürgün ediyordu ki, bu sürgünlerden hiç kimse bir daha geri dönmüyordu. Suçlulara acımıyordu, ama, felaketlerine de sevinmiyordu. Ve hep böyle sanki orada bulunmuş da görmüş gibi anlatıyordu.
Anlattıklarının hepsi de her insanın doğumundan beri alnında yazılı olan fakat kimsenin okuyamadığı, bilinmeyen ve beklenmeyen sonlarla dolu alınyazılarına yaslanan öykülerdi. Hasan'a göre, insanlara yapılan en büyük haksızlık, insanın ömrü boyunca alnında böyle bir yazı taşıması ve taşıdığı bu yazının da ne olduğunu bilmemesiydi. İnsanların geleceğinin, bilinmez bir katibin yazacağı bir yazıya tutsak olmasıydı. Böyle her şey başından belli olunca insan da kendi işlerine istediği yönü veremiyor ve bütün olup bitenler yazılmış yazının isteği doğrultusunda gelişiyor ve sonlanıyordu. İşte bundan dolayı da Hüseyin oğlu Hasan suçlu olanı asla suçlamazdı, ayrıca yapılan iyiliklere de hayran kalmazdı. Çünkü iyilik de, kötülük de insanın kendinden kaynaklanmıyordu. Bütün olup bitenler, alınyazıları öyle istediği için öyle oluyordu. Her şeyi belirleyen bu alınyazısını da hiç kimse okuyamıyordu; bir düzeltmeye ya da ek olarak yeni bir maddenin yazılmasına gidilemiyordu, felaketler yazılıysa silinemiyordu. Bu duruma çok kızıyordu Hasan. Sakin ve tekdüze anlatıyordu; alınyazılarının insanlara giydirdiği son, Hasan'ın böyle sakince anlatması nedeniyle hep iyiye çıkıyordu. Hasan'a göre iyi bir insan olmak; zamanı gelince evlenmek, bir dükkan ya da bir iş tutmak ve çarşıda herkes gibi yaşayıp gitmekti. Bu işleri kuralınca yapan o iyi insanlar Milatska nehrinin kıyısına gidip nehrin akışını seyretsinler, ağaçların ilkyazla birlikte yeşermelerine, sonbaharla birlikte yapraklarını dökmelerine baksınlardı. Bunların dışında yapılacak olan her iş fazla ve gereksizdi. Ve işte insanların başlarını ağrıtan şeyler de hep bu gerekmediği halde yapılan işlerden kaynaklanıyordu.
Kendime kaç kez söz verdim, bir daha Hasan'ı dinlemeye gitmeyeceğim dedim; fakat yapamadım, gitmesem bile sanki yanı başımdaymış gibi duymaya başladım Hasan'ı. Sonunda kendi kendime sormaya başladım: Beni Hasan'a bu kadar bağlayan şey neydi? Yoksa onun anlattığı öykülere mi gereksinmem vardı? Öykülerinden elde ettiklerim nelerdi? Elde ettiklerimden bana ne kalıyordu? Bir şeyler kalıyorsa bu kalan şeylerin bana bir yaran var mıydı?.. Bunları Hasan'a sorsaydım eğer, onun sorularıma vereceği yanıh biliyordum: "Ben", diyecekti; "öykülerimi başkalarına anlatmanın dışında, başkalarına öykülerimi dinletmenin dışında, kısaca, birbirimize bir şeyler anlatmanın dışında bir şey yapmıyorum ki". Kesin olmasa bile üç aşağı beş yukarı bunları söyleyeceğini biliyordum.
Öldükten sonra pişman olacağımızı varsayarsak, yaşarken söyleyemediklerimiz birer pişmanlık olurdu. Hasan benden mezarlığa gitmemi ve oradaki sessizliğin nasıl bir sessizlik olduğunu anlamaya çalışmamı istiyordu. İşte bu yüzden insanın hiç zaman yitirmemesi gerekiyordu ona göre. Anlatılanların bizi eğitmesi için gerçek olup olmadıkları hiç önemli değildi ya da bizi eğlendirmek, oyalamak için uydurulmuş düzmece şeyler olup olmadık.lan da bir önem taşımazdı. En önemlisi, bir olayı anlatırken ve dinlerken iki kez yaşamış olmamızdı. Hasan sorularımı yanıtlasaydı eğer, ilk verdiği yanıtlarının ardına bunları da eklerdi.
Geç kalan sonbahar yağmurlar çamurlarla birlikte geldi. Ben de Sarayova'dan ayrıldım, Hasan'ın birçok öyküsü de benimle birlikte ayrıldı Sarayova'dan.
O yoktu artık. Bende yalnızca onun bir hayali vardı. Açmamış bir goncaya benzeyen rengarenk püskülünün süslediği takkesiyle
birlikte sekinin kapıya yakın kısmında kendine ayrılan o yerde oturuşunun hayali kaldı bende.
O yeri onsuz düşünemiyordum. Yüzünü de; gonca gibi bir püskülle süslü takkesiz ve başının hemen üstündeki bir çivide asılı duran lambasız düşünemiyordum. İnsanlar hana girecekler ve sekinin önünden geçerek yanına oturacaklardı. O da, kapı ağzındaki yerinden önüne bakacak ve kimseye engel olmadan hep oturacakta. "Bir tane de bana ısmarlar mısınız?" dercesine kimsenin çayına gözlerini dikmeyecekti. Tüccarlara, esnafa, hacılara, hocalara benzemeyecekti. Bu hana uzak bir zamandan nasıl düştüğü anlaşılamayan bir adam gibi öylece oturacakta.
Sarayova'dan üç yıl ayrı kaldım. Başka yerlerde, başka insanlarla geçirdim bu üç uzun yılı. Bu üç uzun yıl her şeyi unutturdu bana. Hüseyin oğlu Hasan'ı da. Ne var ki, belleğimde en çok iz bırakan yine de o idi. Anlattığı öykülerden dolayı değildi bu; hep aynı yerde oturması onun yazgısı gibi geliyordu bana, kapı ağzına yakın bir yerde oturması derin izler bırakmışta bende.
Zaman geçiyordu, zaman geçtikçe Hasan da siliniyordu. Gördüğüm birçok insandan biri olacakta Hasan da, anısı eskidikçe zorla anımsanan insanlardan biri olacakta.
Hasan'dan duyduğum öykülerden bazılarını dostlarımı hayran bırakmak için anlatmaya kalkışmıştım; fakat anlatamadığım gibi kimseyi de hayran bırakamamıştım. Bu yüzden beceremediğim bu işten çabuk vazgeçtim ve işte o zaman anladım ki, anlatmayı becerebilmek için kapı ağzındaki son yere onun gibi oturmak ve böyle bir yerden anlatmaya başlamak, takkemde onunki gibi bir püskül taşımak, o takkeli başımı lambanın tam alfanda bulundurmak, daha da önemlisi Hüseyin oğlu Hasan olmak gerekti.
Hasan'ın öykülerini anlatmak konusundaki yetersizliğim onu unutmam için geçerli bir neden oldu ve giderek onun gibi anlatamadığım için kendimi değil, onu suçlu bulmaya başladım. Üç yıl çabuk geçmedi. Fakat yine de tez geçti sayılır.
Üç yıl sonra döndüğümde Sarayova'daki her şey eskisi gibi duruyordu. "Kolobara" hanı, çarşı... kısaca her şey yerli yerindeydi. Ne var ki, ben, eskisi gibi değildim. Değişmiştim. Çarşının kalabalığı arhk çekici gelmiyordu bana. "Kolobara" hanına gitmiyordum. Arada bir Milatska nehrinin kıyısındaki ağaçlıkta geziniyordum. Yine arada bir Trebeviç'in eteklerinde uzanan çayırlarda dolanıyordum. Oradan Alifak mezarlığına geçiyordum. İkindi olunca
mezarlıkta oluyordum çokluk. Mezar taşlarına sırtımı veriyordum. Hoşuma gidiyordu burası. Mezar taşlan arasında uzanıp giden otlar çok gür ve çok yoğundular ve alabildiğine bir suskunluk egemendi her yere. Sanki mezarlıkta değildim, öyle bir duygu vardı içimde. Belki de akşam üstü burada olmak iyi değildi: çünkü akşam üstü burası ne mezarlığa benziyordu, ne de başka bir yere. Hem mezarlıktı, hem de değildi. Belki de yakındaki mahallenin buralara dek uzayıp gelmesinden ileri geliyordu bu durum. Burayı mahalleden ayıran tek şey, mahallenin canlı ve gürültülü kalabalığına karşılık buranın kalabalığının sessiz, yorgun ve üstelik cansız olmasıydı. Burada kimseye seslenemez, burada yatanlardan hiçbirini çağıramazdınız, otların arasında gezinen kertenkelelerin çıkardığı sesten başka ses duyamazdınız ayrıca. Buradakiler sanki gece uyunan uykudan daha derin uykulara dalmış gibiydiler, böyle bir sessizlikti burada duyulan. Dört bir yana uzanmışlardı. Kimilerinin taşları da düşmüştü, uzun süre ayakta durmaktan yorulup yıkılmışlardı yere.
Taşlardaki yazılan okuyordum. Adları, ölüm yıllarını, duaları, "Allah onun ruhunu meleklerin kanatlarında taşıtsın, ve ağaçlarında sesleri doyumsuz kuşların öttüğü, çevresi çiçeklerle bezeli şıkır şıkır soğuk suların aktığı cennet bahçelerine ulaştırsın" diye yazılmıştı bir taşa. Birden irkildim. Başka bir taşın üstünde çok iyi bildiğim bir adı okumuştum: Hüseyin oğlu Hasan yazıyordu... Yerimde çakıldım kaldım. "Kolobara" hanında kapı ağzına yakın bir yerde oturan ve hiç kimseye bir zararı dokunmayan Hasan'dan sonra o yer artık boş kalmıştı demek... Mezarlıkta da durumu aynıydı, her zaman olduğu gibi yine en son yer onundu. Mezarlığın tam kıyısında, ağaçlara yakın bir yerde yatıyordu ve kimseye bir zararı dokunsun istemiyordu.
Hasan'ın mezar taşı küçücüktü, üzerindeki yazı da çok kısaydı, bir duanın birkaç sözü yazılmıştı. Ve duanın o birkaç sözünden sonra şunlar geliyordu: "Hüseyin oğlu Hasan ömrü boyunca insanlara öyküler anlattı. Öğüt dolu öyküleriyle onları eğitti, neşe dolu öyküleriyle şenlendirdi. Ruhu şad olsun..."
Hasan'ın öyküleri şimdi artık bu taşın altındaydı. Mezarı, mezarlığın tam kıyısında, ağaçlara yakın bir yerdeydi. Hüseyin oğlu Hasan burada da yine en sona düşmüştü.