Yakında, psikoloji ve psikiyatrinin hemen hemen bütün tanı kategorilerini
travma kavramına göre yeniden tarif ettiği bir dönem başlayacak sanki.
Nevroz (anksiyete, fobi, histeri, obsesyon vb.), sapkınlıklar, “kişilik
bozuklukları” denen tanı kategorisi, ilişki, iletişim ve evlilik sorunları,
aşk acıları, duygudurum bozuklukları (depresyon vb.) çeşitli bağımlılıklar,
belki psikoz bile bu sefer de belli bir travma kavramının süzgecinden
geçirilerek yeniden ele alınacak, yeni formülasyonlar ileri sürülecek. Tüm
psikopatolojinin denecek, temelinde travmatik bir yaşantı vardır. Yine belli
bir travma kavramına göre düzenlenmiş ve icat edilmiş bazı tedavi teknikleri
(temelde bilişsel-davranışçı olan bazı teknikler, EMDR vb.) her derdin
devası olarak sunulacak.
Muhayyel bir geçmiş travmanın tedavi edilmesi,
varsayılan belirli bir travmatik etkinin/mirasın ortadan kaldırılması
sayesinde yepyeni bakış açıları kazanacağımızı, edineceğimiz yeni düşünce ve
inançlarla, yenilenmiş bir duygu repertuarıyla kendimize, ilişkilerimize,
topluma ve dünyaya bakışımızda olumlu değişimler sağlayacağımızı, kendi
kişisel gelişimimizde müthiş sıçramalar gerçekleştireceğimizi daha sık
işitir olacağız. Ruhsal ıstıraplarımızın gerisinde, uyum kapasitemizi
olumsuz biçimde etkileyen düşünce/duygu/davranış/kişilik özelliklerimizin
ardında beynimizin belli biçimlerde belli travmalara bağlı olarak
sakatlanmış, normal gelişiminden sapmış işleyişinin yattığını, bu
sapmayı/anormalliği yine belli bir fizyoloji/biyoloji bilgisine dayalı
tedavi teknikleriyle onarabileceğimizi vaaz eden uzmanlarla daha çok
karşılaşacağız bundan böyle: Varolan düzene/sisteme/akışa uyum ve eklemlenme
kapasitesi ve yeteneği “normalliğin” ve ruhsal sağlığın biricik ölçütü değil
midir ki zaten, diye hatırlatılacak sık sık.
Dahası, yanlış olduğuna inandığımız ama yine de gerçekleştirdiğimiz bazı
eylemlerden kaynaklanan yoğun suçluluk ve utanç duygularını, kendi moral ve
etik değerlerimize uygun olmayan, onları ihlal eden davranışlarımız
sonucunda ortaya çıkan “stress”i tarif etmek üzere “Travma sonrası stres
bozukluğu”ndan ilhamla “moral injury” (ahlaki incinme/zedelenme) diye bir
kavram bile türetilmiş. Yakında belli başlı tanı kriterleri sıralanmış bir
ruhsal bozukluk olarak DSM sınıflandırmasında boy göstermesi hiç de
şaşırtıcı olmayacaktır. DSM’nin doğrudan nedene (etyolojiye) gönderme yapan
bu tür tanı kategorilerini eşsiz bir fırsat penceresi (ruhsal ıstırapların
etyolojisine ilişkin her türlü fikir, teori ve öneriden uzak ateorik
mantığını dengeleyen, telafi eden anlamında) olarak görmeye başlayacağı
zamanlar yakındır çünkü.
***
Kısmen çoktan başlamış bir süreç bu. Belki de bu arada güme giden şey
gerçek, kanlıcanlı travma, yıkım ve vahşetlere maruz kalmış somut insanların
somut acıları olacak. Bir de tabii ki, esasında varlığımızın asli kurucu
unsuru ve zemini olan yapısal travmatik duruma/bünyevi travmaya ilişkin
psikanalizin müthiş içgörüsü ve kavrayışı. Gerçi belli türde bir psikanaliz
yorumu, psikanalitik teoriyi tam da en radikal ve altüst edici/devrimci
cevheri/özü bakımından zayıflatan bu revizyonist hareketle çoktan işbirliği
yapmış durumda.
Mesele psikoloji/psikiyatri disipliniyle de sınırlı değil ne yazık ki. Tüm
toplumsal ve politik analizler, sosyoloji, politik iktisat, edebiyat ve
sinema filan da bu amansız furyaya çoktan teslim olmuş durumda. Toplum ve
bireye, toplumsal ve bireysel ıstırap ve açmazlara, korkunç yoksulluk ve
yoksunluk hallerine, türlü çeşitli çaresizlik ve zayıflıklarımıza ve
bunların sebeplerine ilişkin emek emek inşa ve icat edilmiş bütün kavramlar;
artı değer sömürüsü, sınıf, güç ve iktidar ilişkileri, toplumsal formasyon,
egemenlik ve eşitsizlik biçimleri, sermaye birikim süreçleri ve hareketleri,
cinsiyet konumları ve ilişkileri, ideoloji, bilinçdışı, fantezi, dürtü,
cinsellik, arzu, zevk vb., sahneden çekilirken yerlerine travma kavramı
yerleşmeye başladı bile. Hemen her şeyin tüm tarihsel, iktisadi, sınıfsal,
ideolojik, kültürel zemininden ve yükünden tecrit edilerek sıradan bir
travma anlatısına tercüme edilmesi yeterli sayılır oldu artık. İki yönlü bir
işlem bu: bir yandan tüm ruhsal yapı, süreç, oluşum ve ıstıraplar travma
parantezine alınırken, diğer yandan çeşitli toplumsal ve politik süreç,
ilişki ve yapılar da yine bu nevzuhur travma kavramına tercüme edilerek
psikolojik ve kişisel bir meseleye indirgeniveriyor. En temelde şüphesiz
uzun bir mesele bu gerçi ama, neoliberal kapitalizmin insani deneyim ve
gündelik hayatın bütün veçhelerinin psikolojikleştirilmesine, sermaye
diktatörlüğü ve vahşetinin bir tür gönüllü ve kendi kendimize dayattığımız
kölelik ilişkisi içinde görünmez hale getirilmesine yönelik hayati ihtiyacı
ve eğilimi bağlamında düşünülmesi gereken bir konu bu. Daha önce yazdığım
bir yazıdan aktararak söyleyeyim:
“Günümüzde –neoliberal zamanlarda– travma literatürünün bu denli çoğalmış olmasını, travma kliniklerinin artışını, belli başlı toplumsal ve politik konuların hemen daima ve basmakalıp bir biçimde “travmatik deneyim, travmalarla yüzleşmek” kavram setinden müteşekkil bir paranteze alınmasını nasıl anlamalıyız? Tüm bu oluşumlar yaygın bir semptom özelliği gösteriyorsa, bu neyin semptomudur?”[1]
ByungChul Han’ın söylediklerini aktarayım bir de:
“Bizi teşvik eden ve ayartan özgürlükçü, dost çehreli iktidar, talimat ve emir veren, tehdit eden iktidardan daha etkilidir. Mührü “like/beğendim” simgesidir. Tüketerek, iletişimde bulunarak, hatta Like’ı tıklayarak tabi oluruz tahakküm ilişkilerine. Neoliberalizm “Beğendim” kapitalizmidir. Bu kapitalizm disipline etmeyi amaçlayan zorlama ve yasaklarla iş gören 19. Yüzyıl kapitalizminden tümüyle farklıdır.
Akıllı iktidar bilinçli ve bilinçdışı düşüncelerimizi okur ve değerlendirir.
İnsanların kendi iradeleriyle kendilerini düzene sokmasını ve optimize
etmesini bekler. Böylelikle de üstesinden gelmesi gereken bir dirençle
karşılaşmaz. Bu tahakküm büyük bir çabaya, zor kullanmaya gerek duymaz,
öylece gerçekleşiverir.”[2]
Her iki durumda da, kurban/mağdur statüsüne indirilen, çocuksulaştırılan
insan söz konusudur artık: tümüyle başkalarının inayetine, insafına,
yardımına, merhamet ve acıma hislerine muhtaç/bağımlı hale gelmiş zavallı,
çaresiz bir kurban. İlkinde, geçmiş somut bir tacizin, istismarın, fiziksel
ve duygusal ihmalin, kötü muamelenin, somut kayıpların (mutsuz annenin
yetersizlik ve eziyetleri, alkolik babanın işkence ve hakaretleri, üvey
babanın cinsel istismarları, başka çocukluk işkenceleri, ebeveynlerin ya da
kardeşin ölümüyle sonuçlanan kaza gibi kalıplar her yerdedir artık)
mağdurlarıyızdır. Bütünüyle edilgen bir biçimde bunlara maruz kalmışızdır.
Onların izleri bedenimize kaydolmuştur. Çünkü beden kayıt tutar, ve şimdi
ihtiyacımız olan şey onların tanınması ve ilan edilmesidir, denecektir. Yine
bu çerçevede bir tür rehberlik ve koçluk müessesesine ihtiyacımız olduğu
vaaz edilir.
Diğerindeki tavır ise, özneyi kendi hayatının ve kaderinin faili olmaktan
çıkaran, özne oluşu mütemadiyen dışarıdan gelecek yardım, destek ve
korumalara muhtaçlık ilişkisi üzerinden tarif eden, özneyi ebedi
kurban/mağdur olarak temsil eden bir tavırdır. Her birimizi bir
kurban/mağdur figürü içinde sabitleyen bu jeste/ayartıya büyük bir iştahla
kapılmakta hiçbir beis görmüyoruz artık. Eşitsiz ve baskıcı toplumsal ilişki
ve yapıların ortadan kaldırılması, ve özgürlükçü/eşitlikçi bir dünya
hayali/fikrinin etkin özneleri olmaya koyulmak ve cesaret etmek yerine, tüm
enerjisini ve gücünü mağduriyetinin, acısının, kayıplarının, örselenmiş
ruhunun sergilenmesine hasreden ve bunların tanınmasını talep edenve bu
durumundan belli biçimlerde zevklenenbir “özne” konumu bu, ne yazık ki.
[1] “Bir iktidar pratiği olarak psikiyatri ve psikoloji: travma örneği”, 20 Mayıs 2013, Birikim-Güncel.
[2] Byung-Chul Han, Psikopolitika, (çev. Haluk Barışcan), Metis, 2019, s. 25.