Allah İle Aldatmak 2
Yaşar Nuri Öztürk
ALLAH İLE ALDATANLARIN ŞİDDET TUTKUSU
Bugün dünyanın hemen her yerinde, ‘terör’ kelimesi anılır anılmaz İslam ve
Müslümanlar akla geliyorsa bunun sebepsiz olduğu söylenemez. Allah ile
aldatanlardaki
‘şiddet zaaf ve tutkusu’ kullanılarak Müslümanları şiddet ve kanın cellatları
gibi takdim ettiler ve bu takdimde ne yazık ki başarılı oldular. Irak işgali bu
gerekçeyle yapıldı, bundan sonraki benzeri işgaller de yine bu gerekçeyle
yapılacaktır. Nitekim İran sıraya konmuş bulunuyor.
Hiç kimse bir dine girmeye zorlanamayacağı gibi, girdiği dinin içinde de baskı
ve zorlamaya maruz bırakılamaz. Baskı ve zorlama, ister içte olsun, ister dışta,
bizatihi dinsizliktir. Dinsizlik araç yapılarak dine hizmet edilebilir mi?
Dinden çıkma (irtidat) halinde de aynı ilke geçerlidir. Mürtedin hesabı Allah
tarafından ölüm sonrasında görülecektir. (Kur’an, 2/217)
Hemen hemen bütün siyasal İslamcı şiddet ve terör örgütlerini Batı oluşturup
teşkilatlandırdı; besledi, büyüttü ve bir biçimde kullandı. Batı’nın beslediği
şiddet ve terör örgütleri denince herkesin aklına hemen Bin Ladin, Taliban gibi
isimler gelir.
İslâm hukukçusu Abdülkadir Udeh, “Nas (tek ve kesin anlamlı Kur’an ayeti)
olmadan suç ve ceza olmaz ilkesi dinin temel ilkelerindendir, ama kamu yararı bu
ilkenin esnetilmesini bazen gerekli kılar” diyor.
Bu yaklaşımı, ilke olarak biz de kabul ederiz ama tarihe binlerce masumun
katlinin dayandırıldığı bir kavram olarak geçen geleneksel ta’zirin, hukukun
normal sayacağı esnemelerle vücut bulduğunu söylemek inandırıcı olamaz.
‘İslami şiddet’in bir tür sembolü gibi algılanan Taliban’ meselesine de kısaca
temas etmek isteriz.
11 Eylül Dehşeti’nin ardından Türkiye’de herkes bir biçimde Taliban karşıtı
kesildi. Kimisi ayakları suya değdiği için, kimisi Amerika’ya yaranmak için,
kimisi de havaya uyup
‘çağdaş’ görünmek için.
Biz şuna inanıyoruz: Sivas’taki diri diri insan yakma zulmü, özü bakımından New
York kulelerine dalışın yarattığı dehşetten asla geri değildir. Sivas’ta
sergilenen Neronizm’e çıt çıkarmayan ‘uygar Batı’nın, 11 Eylül olayı üzerine
feryatlar koparması ise ibret vericidir!
Batı, İslam meselesinde, modern-lâik çizgideki akılcı-evrensel Müslümanları
koruyup gözetmek yerine, kısa vadeli politik çıkarları seçti ve farkında
olmadan, gözünü oyacak hurafeci-kinci ve kancı hizipleri destekledi. Bunun
elbette bir faturası olacaktı. Görünen o ki, bu faturanın ödenme süreci, 11
Eylül günü başlamış bulunuyor.
Irak’ın istilası, 11 Eylül’ü besleyen öfkeyi sindirmeyecek, tam aksine, besleyip
büyütecektir.
Avrupalı bizi, “Kurbanlık hayvanları usulüne uygun kesmiyorsunuz, hayvanlara
eziyet ediyorsunuz!” diye yıllardır yerden yere çalıyor. İkiyüzlü Avrupa!
Sivas’ta, 38 insan diri diri yakıldığında, ‘usulüne uygun kesilmeyen’ kurbanlık
hayvanlar kadar ses çıkarmadın!
SEVGİYİ ÖLDÜRDÜLER
Sevgiyi, lâik Müslümanlar değil, Allah ile aldatan dinciler öldürdü. Çünkü,
ideoloji
adına lâik Müslümanlar değil, dinciler cinayet işlemekte, diri diri insan
yakmaktadırlar.
Rahmet, başta sevgi olmak üzere merhamet ve şefkati de içeren çok şumullü bir
kelimedir.
Kur’an’a göre, Allah esas niteliği itibariyle korkunun değil, sevginin
kaynağıdır. Kur’an’a göre, sevgide paylaşım vardır; sevginin esası paylaşımdır.
Merhamet, karşılıklı bir faaliyet değildir. Merhamette esas faal olan taraf,
veren taraftır. Öteki taraf, sâdece alan, yararlanandır. Kur’an,sevgiyle
paylaşım arasında irtibat kurmak suretiyle, sevginin merhametten farklı olarak
yaratıcı bir güç olduğuna vurgu yapmıştır.
“Allah, güzel düşünüp güzel işler yapanları sever.” (Örnek olarak bk. Kur’an;
2/195) Paul Tillich’in ifadesiyle: “Sevgi, imanın bir belirişi, bir
uygulanışıdır.”
Allah ile aldatanların din ve iman zeminlerinde sevgiden eser bulunamaz. Onların
yüreğinde bunun yerini korku ve şiddet almıştır. Laiklikten nefretleri de bunun
içindir. Çünkü laiklik, dinî kullanarak despotizm ve baskı uygulama imkanını
onların ellerinden almaktadır. Laiklik, aklı, eşitliği, özgürlüğü öne
çıkarmaktadır.
Bu konuda en isabetli tespitlerden birini de, Türk basınının erdem ve efendilik
timsali kalemlerinden biri olan Yılmaz Özdil yapmıştır.
“Laiklerin tepkisi, sırf imam-hatip bitirdi diye, kendini İslam’ın sahibi
zennedenlere. Laiklerin tepkisi, ağzından Allah’ı, Kur’an’ı düşürmeyip elalemin
karısına sulananlara; çocuk yaştaki kızlara ‘nikah’ kıyanlara. Laiklerin
tepkisi, cemaat evlerinde etek öpüp yaş gününde sosyete barlarında, hem de
Kandil Gecesi, gizlice kadeh tokuşturanlara.laiklerin tepkisi ‘dindarım’
ayaklarıyla milleti dolandırıp, Kabe manzaralı ev alanlara. Laiklerin tepkisi
bunlara. Düşün dinimizin yakasından kardeşim, çekin elinizi!” (Yılmaz Özdil,
Hürriyet, 24 Nisan 2008)
ALLAH İLE ALDATMANIN YOLUNU KESEN LİDER: ATATÜRK
Atatürk, İslam’a değil, İslam’ın, Allah ile aldatanlarca araç olarak kullanımına
karşıydı.
Atatürk şu iki zümre tarafından dine karşı gösterildi:
1. Dinin gerçeğine karşı olanlar,
2. Dinin tümüne karşı olanlar.
Bu ikizihniyet, Türkiye’nin ve Türk insanının tarih sahnesinde güçlü olmasını
istemeyen dış unsurlar tarafından da sürekli bir biçimde beslendi.
Atatürk’ün dine karşı gösterilmesinin, içinde bulunduğumuz Ortadoğu coğrafyası
açısından da çok tipik bir anlamı vardır. Gayet iyi bilmekteyiz ki, İslam’ın
gerçeği bugün Ortadoğu’daki siyasal ve yönetimsel yapılanmalara izin vermez.
Bunlara Kur’an’dan onay alamazsınız. Çünkü Kur’an, yönetimde bey’at (sosyal
mukavele) ve şûra (yönetenlerle yönetilenlerin karşılıklı denetimi) sistemi
getirmektedir. Bunun günümüz diliyle ifadesi lâik- demokratik sistemdir.
Kur’an, krallık sistemlerini fesat ve zulüm sistemleri olarak nitelendiriyor. Bu
demektir ki, Kur’an lâik bir yönetim sistemini öne çıkarıyor.
Atatürk, Kur’an dışı dinciliği ve hurafe tasallutunu yıktı. Dinî Kur’an’ın
dışına çekip örflere boğduranların bu yapılandan rahatsız olması son derece
doğaldır.
Atatürk; yıktığı hurafenin yerine, gerçek dinî koymanın en hayatî, en ciddî
adımını attı. İkinci adımını da attı ve ondan sonra da bu dünyaya veda etti. Ne
yaptı Atatürk? Burada, Elmalılı Tefsiri’ne dikkat çekmek istiyorum.
Atatürk ve din meselesinde Elmalılı Tefsiri en hayatî, en güvenilir, en
tartışmasız belgedir. Atatürk konusunun belki de en hayatî belgesi Elmalılı
Tefsiri’dir.
Elmalılı Tefsiri, akademik tarafı, ilmî tarafı bir yana bırakılırsa, Atatürk’ün
eseridir. Atatürk olmasaydı o Tefsir olmayacaktı.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (ölm. 1942), yüzyılımızın en büyük İslam
bilginlerinden biridir. Bana göre, Türk dilinde en yetkin Kur’an mealini yapan
bilgindir. Atatürk getiriyor onu, Meclis kararıyla, “Kur’an’ı Türk diline
tercüme ve tefsir edeceksin” diyor.
Elmalılı’ya bu tefsiri Atatürk yaptırıyor. Dokuz ciltlik dev bir Türkçe tercüme
ve tefsir
Muhteşem ve muazzam bir eser. O günkü yoksul Türkiye’de, on bin âdet bastırılıp
dağıtıyor.
1935-1936 arası. Şimdi, bir tezvirat daha dolaştırıp duruyorlar: Efendim,
Atatürk bu işi Mehmet Akif’e yaptıracaktı ama Akif kötü niyetleri fark etti,
onun için yaptığı tercümeyi yaktı veya birilerine yaktırdı.
Akif yapmadı,Elmalı yaptı.
Akif üzerinden Atatürk düşmanlığını bir kenara koyarsak burada görülmesi gereken
gerçek şudur: Akif ilahiyatçı değildi. Din ilimlerini bilen bir bilgin değildi.
O edipti, şairdi. Birkaç ayeti çok güzel yapabilirdi ama bütün Kur’an’ı tercüme
ve tefsir Akif’in işi değildi. Tercüme ve tefsiri yapmak üzere Kur’an’ın içine
girince bu işi yapamayacağını anladı. Yapsaydı ismini lekelerdi, büyük hata
olurdu. Çünkü ilmi ve birikimi bu işe yetmezdi. Akif, haysiyetli bir mümin
sıfatıyla bunu gördü ve yaptığı bir kısım tercümeleri de işte bunun için imha
etti.
Büyük Atatürk; devlet başkanı sıfatıyla, Elmalı Tefsiri’ni yaptırmakla kalmamış,
tarihe bir güzellik daha bırakmıştır. Bu tefsirin telif ve basım harcamalarını
bizzat kendi parasıyla karşılamıştır. O da Atatürk’ün, tarihin kulağına “Ben bu
işe gönlümle de katılıyorum”anlamındaki bir fısıldayışıdır.
Tefsir ortada. Ve biz soruyoruz: Atatürk dine-İslam’a nasıl bakıyordu? Cevap,
tektir ve şudur: Elmalılı tefsiri nasıl bakıyorsa öyle bakıyordu.
Kur’an’ın kapakları arasındaki dinde-ki İslâm odur-çağı ve bizi rahatsız edecek
hiçbir
şey yoktur.
Yobazlık, kendini geliştirip büyütmek yerine, dinî yozlaştırıp küçültmeyi
yeğleyen hasta psikolojilerin dışa vurumudur.
Atatürk, öz gönlünü büyüten ve bu sayede İslam’ın büyüklüğünü kavrayabilen,
bakışlarını ona göre ayarlayan yâni İslam’ı gerçeğine yakışır bir kıvamda
kavrayabilen zihniyetin sembolüdür. Yobaz ise bunun tam tersi bir zihniyeti
temsil ediyor.
ALLAH İLE ALDATMANIN EN ALDATICI MASKESİ:
MUHAFAZAKARLIK
‘Siyasal İslam’ın Batı tarafından, özellikle Yahudi lobilerince konan yeni ‘tüp
bebek adlar’ından biri de Muhafazakâr Demokrasi.
Türk anayasası, İslam ve din sözcüklerinin siyasette amblem olarak
kullanılmasına izin vermediği için ‘muhafazakâr demokrasi’ diyorlar. Bilenler
biliyor ki, onların bu sözden maksadı ‘muhafazakâr İslam’dır.
Muhafazakâr islâm, eğer Kur’an’a sorarsanız, Kur’an İslamı’na karşı oluşturulan
İslam demektir. Siyasal islâm’ın Yeşil Kuşak türünü, görmüştük; şimdi de
ılımlısı, muhafazakarı çıktı.
Muhafazakâr demokrasi tabiri, Ortadoğu ve İslam konusunda yazan ve “Recep Tayyip
Erdoğan’ın İslamcılığı tam bizim istediğimiz şeydir” diyen İsrailli diplomat
Aron Liel’in icat ettiği bir tabirdir. Muhafazakâr Demokrasi, siyasal İslam’ın
ABD-AB İsrail üçlüsünü rahatsız etmeyen şekli demek.
‘Siyasal İslam’ nitelemesinde siyaset İslam’ın sıfatı yapılmaktadır. Oysaki
İslam Allah’ın dinî olarak tüm beşeri nitelemelerden arınmıştır. Siyasal İslam,
Arap İslamı, Türk İslamı, Asya veya Avrupa İslamı gibi tamlama ve
nitelendirmeler, İslam’a tümden aykırıdır.İslam’ın elbette ki birçok yorumu
olur; ama İslam’ın adı değiştirilemez. İslâm’ın Arap yorumu, Türk yorumu, Avrupa
yorumu, Japon yorumu... olur ve olacaktır. Ama herhangi bir kelime İslam’a sıfat
yapılamaz. Yapılırsa dinin adı değişir. Böyle bir yetkiyi insanoğlu
kullanamayacağına göre, dinin adını değiştirme, dinin inkarıyla eş anlamlıdır.
Ve bunun içindir ki, meselâ, ılımlı İslam bir dinsizlik veya irtidat dinidir.
Siyaset, insanın bir tavrıdır. Bu anlamda Kur’an mümini de siyaset yapar. Ama
bunu yapma hakkı, o kişiye İslam’a sıfat ekleme yetkisi vermez. İslâm İslam’dır.
Sâdece ve saf olarak İslam’dır.
ALLAH İLE ALDATMANIN ARAPÇILIK AYAĞI
Araplara ve onların oluşturduğu Kur’an dışı fıkha göre, Arapça okuma ve yazma
bilmeyen herkes ‘ümmî’ sayılır. Yâni böyle birisi birkaç dili bilse, okuyup
yazsa bile o ümmîdir. Yâni okuma yazma bilmeyen biridir.
Arapların ve Arapçanın üstünlüğü ve kutsallığı yolundaki bu Kur’an, akıl ve
insanlık dışı iddia, ne yazık ki yüce Peygamber alet edilerek sahnelenmiştir. Bu
iddia sahiplerine göre, mâdem ki Hz. Peygamber en son ve en büyük Peygamberdir,
o halde onun mensup olduğu ırk da en yüce ırktır.
Kur’an, herhangi bir ırkın üstünlüğünü ileri sürmeye asla izin vermez. Söz
konusu ırktan bir nebi gelmiş olması bu ölçüyü değiştirmenin gerekçesi
yapılamaz. Üstünlük, niyet ve gayret iledir. Kur’an’ın beyanlarına göre, içinden
nebi gelmemiş hiçbir ırk yoktur. Eğer bir ırktan nebi gelmesi bir üstünlük
vesilesi ise bilinmelidir ki, tüm ırklardan bir veya birkaç nebi gelmiştir. Arap
ırkı bu bakımdan tek değildir.
Dine saygı ve bunun oluşturduğu duygusal zemini, Arapların üstünlüğüne basamak
yapan aldatma, Arapları sevmenin bir din emri olduğunu da iddia etmiştir.
Kur’an-ı Kerim’in açıkça bildirdiğine göre, her peygamber, hitap ettiği toplumun
diliyle konuşmuş, vahiy almıştır. Bunun sebebi, peygamberin getirdiği mesajın,
hitap ettiği toplum tarafından rahatça anlaşılmasını mümkün kılmaktır. (İbrahim,
4)
Bunun din bahsinde zorunlu sonucu şudur: Hiçbir dil dinsel anlamda, ötekine göre
daha kutsal veya daha üstün değildir. Kutsal olan, Allah’ın gönderdiği
buyruklar, vahyettiği gerçeklerdir.
Bizim peygamberimiz, kendisi esasen Arap ırkından olmamakla birlikte (dedesi Hz.
İbrahim aslen Sümerli idi. Araplar böylelerine ‘Araplaşmış Arap: Arab
müsta’rebe’ derler) aldığı tanrısal vahyi, çekirdek toplum ve ilk muhatap olarak
Arapça konuşan insanlara iletti.
Tedebbür, yâni okunan metinlerin anlaşılması ve anlamları üzerinde derin derin
düşünülmesi. Bu tedebbür kavramı Kur’an’ın altını ısrarla çizdiği bir kavramdır.
Öyle ki, Kur’an’a göre, Kur’an okumak, esas anlamıyla tedebbür etmektir.
Tedebbür yoksa Kur’an okumaktan söz etmek mümkün değildir. Tedebbür için, okunan
metnin dilini bilmek ilk şart olduğuna göre, Arapça bilmeyen bir Müslüman’ın,
tedebbür emrini yerine getirmesi için, Kur’an’ı anladığı dildeki çevirisinden
okuması kaçınılmazdır. Kur’an, tedebbür ilkesinin, Müslümanların temel
ibadetleri olan namazda da korunmasını istemektedir. Bunun içindir ki, ne
dediğini anlamadan namaz kılmak yasaklanmış (Nisa, 43), ne dediğini anlamadan
namaz kılanlar ağır biçimde kınanmıştır. (Mâûn, 4-5)
O halde, namazlarında Kur’an’dan bâzı bölümler veya ayetler okuyacak kişilerin,
bunları anladıkları dilde okumaları Kur’an’ın açık emridir.
Osmanlı İmparatorluğu da, görünüşte Arapları yönetiminde tutmasına rağmen, bu
kutsallaştırılmış Arabizmin kültür hegemonyası altında, farkında olmadan Arap
esaretine girmiştir. Osmanlı, kendine âdeta bir self-emperyalizm uygulamıştır.
Kendilerine kutsal ırk diye hizmet ettiğimiz Araplar bizi emperyalist olarak
suçlarken biz onların kültürlerinin, dillerinin köleleri olduk. Bu köleliğin
yaşatılması için hep yozlaştırılan din kullanıldı. Böylece ne İslam’dan
yararlanabildik ne de kendi varlığımız ve kültürümüzden. Bu durum, dinî ve
kutsal duyguları sömürülerine araç yapmak isteyen zihniyetlerin de işine geldiği
için, onlar da Kur’an’ın büyük halk kitlelerince okunmaması yolunda gayret sarf
etmişlerdir.
DİL Mİ KUTSAL, MESAJ MI?
Din meselesinin en ciddi sorularından biri de budur. Dil mi kutsal, mesaj mı?
Allah ile aldatanlar, hesapları öyle elverdiği için, sürekli olarak dili kutsal
göstermiş, mesaja özgü kutsallık ve yüceliği sürekli dile vermişlerdir.
Eğer dil kutsal sayılırsa bu kutsallığa bağlı olarak o dilin toplumu, ırkı,
coğrafyası, kültürü art arda kutsallaştırılır. Ve bunca kutsallığın altında
dilin taşıdığı mesaj ezilir, unutulur veya ikincil duruma düşer.
Dinî, Allah ile aldatmanın aracı yapan zihniyetler, tarih boyunca hep dili
kutsal kıldılar. Mesaj hep ikinci plana itildi. Bunun en görkemli örneği
engizisyon papazlığının İncili tercümeye izin vermemesidir.
İncil’in ne dediğini anlamaya gelince, onun için kiliseye, ruhban sınıfına
başvurmak gerekiyordu. Ve işin püf noktası da buydu. İncil’in ne dediğini merak
edenler onu anlama yetenek ve şansına sâhip bulunan ‘kutsal Tanrı adamları’na
başvuracak. İncil adına onları dinleyeceklerdi. Böyle diyerek kitleleri
yüzyıllarca dinlerinin kitabından habersiz koyup papaz hegemonyasının tasarruf
ve tasallutuna mahkûm ettiler.
Çevirisi yapılmayan veya yapılamayan bir kitabın, büyük Atatürk’ün söylediği
gibi,
‘anlamı yok demektir.’ Atatürk’ün bu tezi, İmamı Âzam’ın bu konudaki teziyle
tıpa tıp aynıdır. İmamı Âzam’a göre de, Kur’an her dile çevrilir ve o
çevirilerle namaz kılınır. ÇünküKur’an esasında bir mânâdır.
TEMEL İBADETİ DIŞLAYARAK ALDATMA
Temel ibadet genel anlamıyla okumak, özel anlamıyla ise Kur’an okumaktır.
Temel ibadet, önce namaza hapsedildi, sonra Arapça ile eşitlendi, sonra da namaz
Arapça okuma şartına bağlanarak iş bitirildi.
Kur’an’ın tümünü anlamını bilerek okumak her Müslüman için farzdır. Namazdan
önce ve namazdan daha önemli bir farzdır. Allah’ın “Kur’an oku!” emri, “Namaz
kıl!” emrinden hem daha öncedir hem de daha önemli. Bu bir yorum veya tevil
değildir, Kur’an’ın açık beyanıdır.
Bir kere Kur’an’ın vahyedilen ilk kelimesi Kur’an’ın ilk emridir ve şudur:
“Oku!” İkincisi, “Kur’an’ı düşüne düşüne dikkatle oku!”emri, iniş sırasıyla
üçüncü sure olan Müzzemmil Suresi’nin 4. ayetinde verilmiştir. Aynı emir, aynı
surenin 20. ayetinde bir kez daha tekrarlandıktan sonradır ki “Namazı kılın!”
emri gelmiştir.
Namaz kılmak ne ise Kur’an okumak da odur, hâttâ Kur’an okumak namazdan, namaz
kılmaktan daha değerli ve daha erdiricidir. Şöyle de diyebiliriz: Namaz kılmamak
neyse Kur’an okumamak da odur, hâttâ Kur’an okumamak daha da yıkıcıdır.
Sâdece Kur’an okuyup namaz kılmayanın durumu, sâdece namaz kılıp Kur’an
okumayanın durumundan iyidir. Kur’an okumayı camiiçine özgülemek, dışarıda
Kur’an okumayı âdeta dışlamak da Allah ile aldatanların yarattıkları
olumsuzluklar arasındadır.
Kur’an, okunacak şeyleri toplayan kitap anlamındadır. Adı bu anlamda olduğu
içindir ki ilk emri de “Oku!” olmuştur. Ne yazık ki, geleneksel müdahaleler bu
‘okunacak kitap’ı sarılıp sarmalanarak duvara asılacak ve bazen de ‘üfürülecek
kitap’ haline getirdi.
KUR’AN KURSLARI İLE ALDATMA
Kur’an’ı özgün metniyle okuyup anlayacak ve bunu bir bilimsel meslek olarak
yürütecek insanların eğitileceği yer Kur’an kursu değil, İmam-Hatip okulu ve
ilahiyat fakültesidir.
Ana dilde ibadete karşı çıkan bir zihniyetin ‘Kur’an kursu’ tabelası altında
öğreteceği asla Kur’an olamaz. Onlar Kur’an’dan bir şey öğretmediler; Arap
alfabesindeki harflerin nasıl telaffuz edileceğini öğrettiler. Kur’an mesajı
nerede, harf telaffuzu nerede...
Arap harflerini telaffuz ettirme sektörü, Allah ile aldatmaya dayalı saltanatın
en güçlü sektörlerinden biridir.
ALLAH İLE ALDATMANIN CAMİLERE TASALLUTU
Alman İçişleri Bakanı Schily şu beyanatı vermiştir: “Kin kusan vaizleri
susturmak için
gerekirse camileri kapatabiliriz.” (20 Kasım 2004 tarihli gazeteler)
Berlin polisinin basında yayınlanan bir raporuna göre camilerde kara para
aklanıyor. Bu paraların büyük bir kısmı, camilere yardım, camilerin inşası ve
imarı adıyla verilerek aklanıyor.
İslâm, bütün yeryüzünü mâbet, bütün meşru fiilleri ibadet ilan eden bir dindir.
Yalnız ibadet yapılan yer anlamında bir mâbet fikrî Kur’an’a aykırıdır. Cami,
içinde aynı zamanda ibadet de edilen bir mekandır. Ama asla ibadete tahsis
edilmiş bir mekân değildir.
Bu binalara dokunulmazlık sağlayan tabir ‘Allah’ın evi’ tabiridir. Allah’ın evi
sıfatını ancak yüce Tanrı verebilir. O, bu sıfatı bir tek mekana vermiştir;
Kabe; Beytullah. Bunun dışında hiçbir mekân için Allah’ın evi tabiri
kullanılamaz; kullanılırsa küfür olur. Bir defa, Allah’ın eviolmaz. Evi olan bir
varlık Allah olmaz.
Türkiye’de cami artışı ile ahlâk ve erdem düşüşü at başı gitmektedir. Camiler,
Allah ile aldatanların tekrarladıkları gibi, ‘Allah’ın evi’ değil, birer
toplantı yeridir.
Ünlü Müslüman düşünür Fransız Garaudy, Suut Entegrizmi’ni eleştirdiği
satırlarında
‘cami üzerinden oynanan oyun’un maskesini de ustalıkla düşürmektedir. Şöyle
diyor: “Dünyanın belli başlı camilerini idare etmek üzere imamların tayini ve
yönetimi buradan yapılır. İmamlar farklı milletlerden olabilir, yeter ki, Suudi
dogmatizm ve cehaletinin kalıbına uygun dökülmüş olsunlar.”
“Toplumlar içine âdeta paraşütle indirilen camiler, Müslümanları Suudi modeli
ruhsuz bir ibadet yaşantısı içinde farklılıklarını işleyip durdukları,
kendilerini tecrit ettikleri ve güvenliksiz duyguları besledikleri bir getto
içine hapsetmektedir. Fransa, İtalya ve İspanya gibi ülkelerde Müslüman
cemaatlerin kendi imkanlarıyla yapmak istedikleri mütevazı ibadet yerlerine izin
vermemek için bin türlü engel çıkartılırken, Suudi’nin parasını ödediği dev
camilere kolayca evet denmesi bir hayli dikkat çekicidir.”
“Dinde baskı ve zorlama yoktur.” (Bakara Suresi, 256) diyen bir kitabın dininde
resmî mâbet olmaz. Herkes ibadetini istediği yerde ve kimsenin liderliğine
muhtaç olmadan yapabilir.
Müslüman coğrafyaların kaderine egemen olma noktasına gelen siyaset ve saltanat
dinciliği (Siyasal İslam), camiyi artık ‘dokunulmaz, eleştirilmez parti lokali’
olarak kullanmanın rantını ve keyfini fark etmiş bulunuyor.
Varoluşçu felsefenin teist (Allah’a inanan) kanadına babalık eden Kierkegaard
(ölm.1855), kiliseye gidenlerin önüne çıkar, onlara: “İsa’yı seviyorsanız
kiliseden, papazlardan uzak durun!” dermiş. Ülkemdeki mabetlerin düşürüldüğü
durumu gördükçe, Kierkegaard’ı hemen her gün rahmetle anıyorum.
Dış ülkelerdeki Türk semtlerinde görülen duruma gelinci, hemen her tefrika
ekibinin kendine has bir camii vardır ve bu camilerde toplananların hiçbiri
öteki camidekilere Müslüman gözüyle bakmaz. Hepsi birbirinin gıybetini eder.
Dahası, her biri yaptığının cihat olduğunu söyler, Allah’a giden tek yolun kendi
yolları olduğunu iddia eder.