İlkçağın Bitiminde Felsefe

İsmet Zeki Eyuboğlu


İlkçağ felsefesi İ.Ö. VI. yüzyılda kesin biçimini Anadolu’da kazanırken, yolunu bulurken işlediği sorunlar yüzünden çok daha eskilere gittiği gerçeği çıktı ortaya. Bu felsefe, bir bütün olarak, bağımsız değildir. Kendi kendini yaratan, büsbütün yeni de değildir. Bir düşünce doğrultusunda gelişen sorunların daha tutarlı, usa dayanan ölçülere göre olumlu, bir yorumudur bu ilkçağ felsefesi. Kaynağı İ.Ö. 3000 yıllarına değin giden inançlardır. Bundan dolayı ilkçağ felsefesi, insan düşüncesinin, inançların egemenliğinden kurtuluşu ile başladı denebilir. İlkçağ felsefesi doğaya yönelen inançlardan, doğa dinlerinden doğdu. Onun kaynağına doğru gidildikçe, ele aldığı konuların başlangıçta, felsefe ile bağlantılı olmadığı görülür.

İlkçağ felsefesi inanca dayanan insan düşüncesinin belli bir dönemde inanç verilerini yeniden, değişik bir açıdan gözden geçirmesiyle doğmuştur. Bu özel bir yorum’dur. İnanç verileri üzerinde düşünen insan bu konunun nereden gelip nereye gittiğini, neden böyle de başka türlü olmadığını sormaya, araştırmaya, sorularına kendince yorumlar yapmaya başlamıştır. Soru soran, daha doğrusu soru sormayı bilen insan, bir yerde duramaz. Soru sorma insanı bırakmaz artık, alıp götürür uzaklara, çevreden çevreye, ortamdan ortama sürükler düşünen başı. Soru soran için belli bir yerde takılıp kalma, sorunları olduğu gibi bırakma yoktur. Soru insanın içini kemiren, kemirdikçe birtakım ışıklar getiren bambaşka bir böcektir. Onun yolu aydınlığa gider boyuna.

Soru sormanın, bulunanla, verilenle yetinmenin başladığı yerde insan düşüncesi bozulmaya, katılaşmaya yüz tutmuş demektir. Düşünen bir baş için bir yerde sormadan durma, bulunanın karşısında boyun eğme ölüm demektir açıkça.

İşte, ilkçağ düşüncesi, bu soru sormanın doğduğu yerde başlamıştır. Verilenle yetinmenin insanı geliştirmediği, geçen çağların insan karşısına türlü türlü sorunlar çıkardığı, bunların çözümlenmesi gerektiği görülmüş, sezilmiştir. Bundan dolayı ilkçağ felsefesi bir seziş olayıdır. Çağın yoğunlaştırdığı sorunları seziş olayı.

İlkçağ felsefesinin karşılaştığı sorunların iki büyük bölüme ayrıldığı görülüyor. A) Doğa ile ilgili sorunlar, B) Toplumla, dolayısıyla insanla, ilgili sorunlar. Doğa ile ilgili sorunlar insanı varlık ile, toplumla ilgili sorunlar ise aktöre ile karşı karşıya getirmiştir. Doğaya yönelen düşünce gücü varlığın özünü, niteliklerini, başlangıcını, geleceğini, kuruluşunu, yapısını öğrenme, açıklama yoluna girdi. Toplumla ilgili sorunların üzerine eğilen aydın da insanla toplum arasında oluşa giden karşılıklı ilişkilerin, bağlantıların, insan davranışlarının köklerini, ereklerini kavrama tutkusuna kapıldı.

Doğa felsefesi Anadolu’ da başladı, sonra Yunanistan’a, daha sonra Roma’ya geçti. Bu görüş doğanın özünü kuran ilke’ yi araştırmakla işe koyulmuştu. Bu ilkenin önce su olduğu ileri sürüldü, sonra yel, od, toprak gibi dört ilkeye çıkarıldı. Evreni yöneten ana ilkeye, yasa’ya ilkin logos dendi, sonra onun karşısına nous kondu. Varlık türlerinde birleşmeyi, ayrılmayı sağlayan sevgi, tiksinme (uzlaşma ayrışma) gibi iki gücün bulunduğu görüşü ortaya atıldı. Felsefe biraz daha geliştikten sonra varlık bütününü kuran özlerin bölünemez nitelikte olduğu söylendi, bunlara atomas dendi.

Bu doğacı görüşün karşısında evrende bütün varlık türlerini kuşatan bir tinin bulunduğu düşüncesi gelişti. İnsan tininin ölümsüz olduğu düşüncesi yayıldı, benimsendi. Daha sonra bilginin niteliği, yapısı, kaynağı araştırıldı.

Bunların yanısıra toplumu inceleyen, insanı konu edinen akımın ürünleri serpildi. İnsanın toplum içinde nasıl davranması gerektiği görüşü oluştu. İnsan davranışlarının ereği iyi, güzel, yetkin olan’ dır görüşünün tutunması felsefede aktöre sorununu biçimlendirdi. İnsan bir davranış varlığı olarak yorumlandı.

İşte ilkçağın bitiminde felsefe ortamında böyle sorunlar vardı. İnsan iki yanlı bir varlık olarak düşünülüyordu. Bir yanı tin, bir yanı özdek. İnsanın gerçek değeri tin yanında bulunuyordu bir akıma göre. Bunun karşısına çıkan düşünce insanı bir özdek (canlı gövde) olarak anılıyordu. Tin diye gövdeden bağımsız bir varlığa inanmıyordu. Çağına göre atomcu, özdekçi gibi adlarla anılan bu görüşe göre tin diye bağımsız bir varlık yoktur. Bütün canlılık gövdeyi kuran atomların sağladığı uyum’dan doğuyor. Tin bile çok ince atomlardan kurulu olduğundan özdektir. Ölüm gövdeyi kuran öğelerin bir çözülüşü, dağılışı olmaktan öteye geçemez. Gövdeye canlılık veren dev inmedir. Devinme atomlar arasında gerekli bir yasaya göre olur. Atomlar gerekli olarak devinirler. Bu devinmenin de kimi bilgeler gerekimli, kimi bilgeler rastlantı sonucu olduğunu söylerler.

Bu dönemde, bir felsefe sorunu olarak, ele alınan başka bir konu da ölüm’ dür. Kimine göre ölüm tinin gövdeden ayrılıp yeni bir yaşama ortamına göçmesidir. Tin gövdeden ayrılır, görünmez, sonsuz, ölümsüz ülkede, bir evrenüstü ortamda kendini sürdürür. Bundan dolayı ölüm bir göçüş’tür ancak. Bu göçüşün karşısına çıkanlar ise ölüm bir yok olmadır derler. Onlara göre bu evrenin dışında başka bir yaşama ortamı yoktur. Canlı denen varlık doğum ile gelir, ölüm ile göçer gider. Ancak doğada olan ne varsa gene doğada kalır. Ölüm insan gövdesini kuran öğelerin dağılmaya başlaması sonucu gerçekleşince, bu öğeler gene doğada kalır, başka başka oranlarda birleşerek yeni varlıkların oluşumunu sağlar.

Gene bu dönemde doğayı kuran özlerle canlı varlık’ı kuran özler birdir (yapı, kuruluş bakımından) görüşü yürürlükteydi. Bu nedenle ölüm gövde için bir çözülme sonucu doğaya dönüş sayılıyordu. Bütün felsefe akımlarının (bu dönemlerde) konu edindiği bir sorun daha vardı. O da doğruluk, güzellik gibi değerlerin genel ölçüsü, kesin ölçeği ne olabilir, biçiminde konuyordu. Ortaya. Doğru düşünme, yanlıştan sakınma, güzel olana varma hangi yolla, nasıl olabilir? Bu durumda felsefe bir mantık, öteki estetik olmak üzere iki ayrı dalı besliyordu. Biri doğru düşünmenin yollarını gösteriyor, araştırıyor, öteki güzelin bilgisini işliyordu.

İyilik, güzellik, doğruluk, bilgelik gibi kavramların arkasında bir felsefe sorunu olarak mutluluk çıkıyor ortaya, insan mutluluğu. İnsan, bu evrende, nasıl mutlu olabilir? Mutluluk nedir? İnsan bu yeryüzünde gerçekten mutlu olabilir mi? Mutluluk günlük yaşamla mı, yoksa doğaüstü bir yardım ile mi gerçekleşebilir? Ayrıca mutluluğun kendi nedir? Mutluluk tin evreninde mi, yaşadığımız günlük davranışlar ortamında mı oluşur?

Bütün bu sorunlar daha önceki çağlarda da, birer inanç niteliği içinde olmak üzere, vardı. İlkçağ bu sorunlara yenilerini katmadı, yalnız onları felsefe düzeni içinde gerekli yere koydu, onların alanlarını sınırlandırdı. Bütün sorunlara belli bir açıdan bakmanın insan için taşıdığı önemi, gerekliliği belirledi. Felsefe bu sorunları ölçülü, çözümleyici düşüncenin ışığında, usun aydınlığında incelemenin çıkar yol olduğu görüşünü ortaya koydu. Sorunlara bir karmaşa değil de, ayrı ayrı oluş ortamında baktı. Her felsefe sorununun belli bir kimliği, belli bir yeri olduğu açıklandı. Daha kısası felsefe bütün sorunları bir sıraya koydu.

Böylece mutluluk sorunu bilgi sorunundan ayrı tutuldu, doğruluk sorunu tin, ölümsüzlük sorunlarının içinde değil de dışında, bağımsız birer sorun olarak ele alındı.

İlkçağın bitiminde, özellikle İ.Ö. IV. III. II. yüzyıllar boyunca kaynağını mutluluk anlayışında bulan bir sorun daha çıktı ortaya. Daha doğrusu mutluluğun başka açıdan bir yorumu. Buna sevinç adı verilir. Grekçe hedonia (sevinç) sözünden türeyen bir yorum insanın sevinç içinde yaşama’sının gerektiğini ortaya attı. Bu sevinç kimine göre tin durgunluğu, tinin bütün tedirginliklerden, acılardan, sıkıntılardan uzak kalışı diye yorumlandı, kimine göre insanın yaşadığı sürece sevinç içinde olmasını sağlayacak bütün eylemlere girişmesi, sevinçli sonuçlar doğuracak davranışlarda bulunması diye anlaşıldı. Bunlardan biri içe dönük, biri dışadönük bir yaşama anlayışını dile getiriyor.

İnsan, belli bir toplumda, bir devlet içinde, yasalar, buyruklar, kurallar, koşullar altında yaşayan, yaşaması gereken bir canlı olarak anlaşılır. İnsan bulunduğu toplumun gerekimlerine uymalıdır, onların dışına çıkamaz, insan tek başına yaşayamaz, o bir toplum varlığıdır. Bu görüşün özünden ilkçağın devlet anlayışı yeşeriverdi. Böylece ilkçağın bitimine yakın yıllarda bir devlet felsefesi doğdu. İnsanla devlet karşı karşıya kondu. Aradaki karşılıklı ilişkiler, hangisinin daha gerekli olduğu, hangisinin hangisi için olduğu sorunu araştırılmaya başlandı. Daha önceki çağlarda böyle bir sorun yoktu. Toplumun başında bulunan yönetici bütün yetkileri elinde tutuyordu. Yasa onun buyruklarıydı yalnız. Oysa İ.Ö. IV. yüzyılda bu devlet felsefesi bilgelerin üzerinde uzun uzun durdukları önemli bir sorun niteliği kazandı. Bu sorun ilkçağın son döneminde, Roma düşüncesinin, anakonularından biri oldu. Devlet insandan, insan devletten ayrı bir varlık diye düşünülemez oldu nerdeyse. Devletle insanın karşılıklı ilişkiler içinde düşünülmesi sonucu, insanın devlet karşısındaki tutumu söz konusu oldu. Bu tutum görev sorununu ortaya çıkardı. Görev, insanın bir uyruk'u olduğu devlete karşı yüklendiği sorumluluk olarak anlaşılırdı.

İnsanla devlet arasındaki genel ilişkileri düzenleyen, belli kurallara bağlayan, insanın devlete, devletin insana karşı tutumunu belli ölçüler içinde sınırlayan yasalar doğdu. Bunları devletin yöneticileri düzenledi. Felsefenin konuları arasına böylece tüze (hukuk), yasa gibi sorunlar sokuldu. Yasa, insanla devlet arasında, bir köprüdür. İki yan da birbirine onunla bağlıdır. İnsanın da, devletin de sınırı bu yasalardır. İlkçağın en ilginç yasaları Hammurabi Yasaları (İ.Ö. 1800 yıllarında. Gerçekte bu yasalar çok daha önce Urukagina adlı bir yönetici eliyle düzenlenmiş. Ancak Hammurabi bunları uygulamış, taşlara, tuğlalara yazarak ulusa yaymış. Bu nedenle bunlara Hammurabi Yasaları denmiştir.) Oniki Levha Yasaları, Solon Yasası. Bunlar devlet insan arasındaki bağlaşımları belirleyen, genel geçerlik taşıyan, kurallardır. İlkçağın bitiminde felsefe, daha önceleri kendi konuları dışında kalan, bu yasalarla, bu hukuk düzeni ile karşı karşıya geldi.

İnsan içinde yaşadığı topluma karşı sorumluluk taşır, onun belli görevleri vardır. Bu görevleri başarabilmesi için, görev almadan önce, gençken yetiştirilmesi, eğitilmesi gerekir. Bundan da eğitim sorunu doğdu. İnsan, belli bir çağda, nasıl eğitilmelidir, neler öğrenmelidir ki kendi geleceğini güven altına alabilsin? İnsana yetişmesi, eğitilmesi için hangi yöntem uygulanmalıdır? Devletin denetimi altında eğitim yapılan kurumlarda insana iyi olan öğretilmeli, insan iyi bir yurttaş olarak yetiştirilmelidir. Ancak bu iyi nedir, bu ‘iyi'ye giden yol nereden geçer? Bu sorun yalnız yöneticileri değil, o çağda, bütün bilgeleri de uzun uzun düşündürmüş, uğraştırmıştır. Gerek Atina’da, gerekse Roma’da bu konu devletin belli başlı sorunu olmuş, gençlerin yetiştirilmesinde ayrı ayrı yollar tutulmuştur. Kimi eğitimi yalnız yönetime, göreve hazırlanma, kimi insanın iyi yetişmesi, erdemli olması diye anlamış açıklamıştır.

Böylece, felsefe doğrudan doğruya insana yönelme gereğinde kaldı. Önce insanın kaynağını, bilgisini, tini, canı, belli değerlerini kendine konu edinen felsefe şimdi insan davranışlarını ele aldı. İnsanı toplum içindeki bütünlüğü ile inceleme yoluna koyuldu. Daha önceki dönemlerde insanın belli bir toplumun varlığı olarak düşünce konusu yapıldığı söylenemez. Elde bulunan yazılı belgelerden insanın eski çağlarda yalnız tin ile gövde’den kurulu bir varlık olduğunun üzerinde durulduğunu öğreniyoruz açıkça. Devletin başında bulunan yöneticilerin tanrısal bir nitelik taşıdığı inancı yaygın olduğundan, insan, bağımsız bir varlık olarak, toplumda ayrı bir değer taşımıyordu. İnsana devlet içinde bir sorun kimliği kazandıran görüş, İ.Ö. V. yüzyılda kesinleşmiş, Roma düşüncesinde bütünlük, açıklık kazanmıştır. Çin ayrı bir konu.

İlkçağın bitiminde oluşan bu insan-devlet ilişkisi iki ayrı konu üzerinde yoğunlaşmıştı. Biri insanın, içinde yaşadığı toplumda, bir görev varlığı olması, ikincisi insanın mutluluk a ulaşmasını ancak devletin sağlayacak güçte olduğu inancının biçimlenmesi. Burada yalnız insana değil, devlete de kimi görevler düşüyordu. Bu görevlerin insanın yaşama güvenliği, özgürlüğü, yasalar karşısında eşitliği, eğitimi, kamu işlerinde görev alma yetkisi gibi felsefe alanına giren sorunları içerdiği biliniyor. Bunlar insanın, toplum içinde bir birey olarak, devletten bekledikleridir (hakları’ dır).

Bir de devletin insandan bekledikleri vardı. İnsanın devlet kuruluşlarında devletin güvenliği yararına çalışması, devleti dış, iç saldırılardan koruması, kamu işlerine yardımcı olması... vb.

Bütün bu açıklamalardan, ilkçağın bitiminde, felsefenin bir sorunlar konağı olduğu sonucu çıkar. Artık felsefenin ayaklan yere değmiştir, boşlukta değildir. Üzerinde düşünülen insan yalnız düşüncede yaşayan insan değildir, yeryüzünde, toplumda yaşayan gerçek insan ’dır. Seven, sevilen, kızan, saldıran, suç işleyen, iyilik eden, yardıma koşan, yiyen-içen, gülen, ağlayan, çalışan, yatan, savaşan uyuyan insan. Bir bütünlük içinde yaşamayı sürdüren insan.

İnsan, bu dönemde, yalnız dış görünüşü ile değil, içevreni ile de sözkonusu edildi. İnsan davranışları içten dışa taşan nedenlerin ışığı altında araştırılmaya başlandı. Sözgelişi çocuk suçsuz sayıldı, delilere suçlu (işledikleri eylemlerden dolayı) diye bakılmadı. Tanrılara insan kurban edilmesi yasaklandı, bırakıldı. Doğa olaylarının oluş nedenleri araştırılmaya başlandı az çok.

Daha önceden, insanla evren arasında bir öz birliğinin bulunduğu konusu üzerinde duruldu. Evreni kuran özlerle, insanı kuran özlerin birbirinin özdeşi olduğu ileri sürüldü. Toprak, od, yel, su gibi dört ilke öğretisinde görüldüğü üzere. İlkçağın bu son döneminde gene evren-insan bağlantısı üzerinde duruluyordu, ancak, insan evrenin karşısında bağımsız bir sorun olarak ele alınıyor, yalnız gövdesi değil, gövdenin dışında tin ya da bağımsız bir varlık diye yorumlanıyordu. Böylece felsefede evren-insan-tin üçüzlü sorunu ortaya çıkıyordu. Bunun yanında tin-gövde ayrı bir sorun niteliğine büründü. Öte yandan evren-devlet-insan üçüzlüsü yeni bir sorun diye alındı. Tin konusunda da insan tini evren tini diye ayrı bir sorun belirdi. Felsefe çığırdan bu konuları kendi anlayışlarına göre değişik açılardan yorumladılar. Daha doğrusu bu değişik açılardan yapılan yorumlar sonucu felsefe çığırları doğdu.

Yalnız insana yönelen akımlarda bir de istenç sorunu gelişti. Bu sorun insanı bir istenç varlığı olarak aldı. İnsanın kaynağını, özünü bu istenç'te de gördü. Bu görüş özellikle Roma felsefesinde geniş bir yer tutar. Roma düşüncesi, daha önce de açıklandığı gibi, bir istenç düşüncesi olarak nitelenir. Bu istenç anlayışı insan davranışlarına yönelen, onları bir insan eylemi olarak açıklayan görüşe dayanır. Ne yandan bakılırsa bakılsın, ilkçağın bitiminde felsefenin genellikle insan konusu üzerinde yoğunlaştığı görülür.

İlkçağ düşüncesinin sorunları, daha önceki çağlarda, dağınık olarak vardı. Yukarda da belirtildiği gibi ilkçağ bu sorunları yeniden ele alırken onlara yeni bir yön verdi bir bakıma. Sorunları belli görüşler içinde düzenledi, derleyip toparladı. Sorunların sınırları, kuşattıkları alanlar belli oldu açıkça.

İlkçağın eski çağlardan aldığı sorunlar Anadolu-Yunanistan-Roma çizgisi üzerinde toplandı. Felsefenin belli bir yurdu, yeri oldu. Çin’den İspanya’ya, Karadeniz’in kuzeyinden Nil’in kaynağına değin yayılan büyük alanda yaşayan ulusların çağlar boyu süren ilişkileri sonucu bir inançlar karışımı çıktı ortaya. Doğudan Batıya olan sürekli göçler, Batıdan Hindistan içerlerine değin giden savaşlar (özellikle İskender ile ondan sonra), Çin ile yapılan alışverişler, bu karışıp kaynaşmada çok etkili oldu. Bundan dolayı değişik düşünceler, inançlar birbiri içinde eridi. Bu erime yeri, bu ulusların ilişkilerine köprülük eden Anadolu oldu. Doğudan, Batıdan, Kuzeyden, Güneyden gelen bütün uluslar, göçler, akınlar Anadolu’ da yoğruluyor, karışıp kaynaşıyordu boyuna. Anadolu’nun felsefenin yurdu olması, değişik düşünce çığırlarının, görüşlerin Anadolu’da filizlenmesi bu yüzdendir. Anadolu’da felsefe bir varlık sorunu niteliğine bürünmüştü. İlk düşünürler bu sınırsız evrenin yapısını öğrenmeye koyuldular. Bunları daha önce gördük. Yalnız ilkçağ bununla kalmadı. Anadolu’ya dıştan gelenlerin getirdikleri inanç çokluğu, felsefe de, değişik görüşlerin doğmasına yol açtı. İ.Ö. V. yüzyılda Platon'un geliştirdiği tin sorunu yeni olmadığı gibi onun buluşu da değildi. O bu tin sorununu bir inanç olmaktan çıkarıp felsefenin alanına soktu, yorumları daha da genişletti. Durum öteki konular için de böyledir.

Bu durum ilkçağın bitiminde de görülüyor. Yunanistan’ da, Roma’da birçok felsefe çığırı yaşıyor. Bunların kökü bir yandan Anadolu’ya bir yandan Mısır’a, bir yandan Fenike’ye varıyor, Sümerlere, Hindistan’a, İran’a gidiyor için için. Özellikle Roma’da gelişen istenç felsefesi’nin kökenlerini eski Hint-İran düşüncesinde, daha sonra Anadolu-Mezopotamya görüşlerinde buluyoruz. Sorunlar eski çağlardan ilkçağa doğru toplumların bilinçlerinden süzüle süzüle geliyor. Her toplum kendi bilinç süzgecine göre sorunu süzüyor, anlayış ölçülerine göre ona biçim veriyor. İlkçağın bitiminde görülen düşünce biçimleri bu süzülmenin, ayrı ayrı toplum anlayışlarına göre ölçüye varolmanın sonucudur.

Felsefe adı geçen sorunları çözmeye çalışırken günlük olayların etkisinden büsbütün uzak kalamıyordu besbelli. Yeni buluşlar, yeni araçlar, yeni savaşlar bu konuda ağırlığını sezdiriyordu. Sözgelişi Roma düşüncesinde oluşan devlet görüşünün temelinde güçlü olma anlayışı vardı. Devlet bir güç birikimi, bir güç birliği olarak anlaşılır, yorumlanırdı. Bunda Roma’nın komşularıyla, özellikle Kartaca ile yaptığı savaşların, Atina’nın, Anadolu uluslarının büyük etkisi vardı. Roma’da eğitim’im ereği devlete güçlü insan (başarılı yönetici) yetiştirmekti. İnsan bütün gücünü toplayıp baskıdan, yenilgiden, savaş sıkıntısından yılmamalıydı. İnsan tini daha çok bu yeryüzü yaşayışı yolunda direnç gösterecek bir aşamaya varmalıydı.

Asya dinlerinin etkisi sonucu, Roma düşüncesinde, tin kavramı ölümsüz bir varlık olarak yorumlandı. Ancak bu ilkçağın bitim yıllarında, daha çok İ. S. I. ile II. yüzyıllarda görülür.

İlkçağ felsefesi sorunları düzenlerken, toplumun inançlarına, geleneklerine de uyardı az çok. Sözgelişi dine, geleneklere çok bağlı toplumlarda gelişen felsefenin çokluk tin sorunlarını ön dizide tuttuğu görülür. Bunun en belirgin örneğini Atina’da Platon’da buluruz. Roma’da insanın güçlü olması istenir. Bu da devlet anlayışından, yukarda söylenen savaş nedenlerinden, üstünlük tutkusundan ileri gelir. Bu dönemde Roma düşüncesinin kökünde bütün yeryüzüne egemen olma eğilimi çok ağır basar. Felsefeyi böyle bir doğrultuya yöneltir.

İlkçağ felsefeyi bir bütün olarak, eski çağlardan beri süregelen düşüncelerin, inançların bir sonucudur. Bu felsefe ile ilgilenen insan sorunlarının çağdan çağa nasıl, ne yolla geçtiğini, ne gibi etkilerle değişikliğe uğradığını kolayca anlar. İlkçağ felsefesi geçmişten aldığı sorunları, belli görüş açılarından kalkarak işlerken, Mezopotamya, daha doğrusu Doğu Akdeniz kıyılarında oluşan dinlerin etkisinden kendini kurtaramamış, özellikle İ.S. gelen iki yüz yıllık dönemde bu din inançlarına çözüm bulmaya bile kalkışmıştır. Bu nedenle ilkçağ felsefesi inanç ortamında gelişen ilkçağ düşüncelerine yeni bir yön verirken, felsefeye yaraşır bir çözüm yolu ararken İ.S. I. yüzyılda doğan dini de sınırlı olarak alanı içine almış, kendinden sonraki döneme gene az çok dinle, inançlarla karışmış bir felsefe bırakmıştır.

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült  
Felsefe