Çağdaş Fransız filozofu Alain, "Mutlu Olmak Sanatı" adlı yapıtının bir
yerinde, “Bir ahlak kitabı yazacak olsam” diyor, "neşeyi görevlerin başına
geçirirdim."
Bir kısım insanlar doğuştan neşelidirler, güleryüzlüdürler. "Her acı ve her akıntının, tabutumuza bir çivi çaktığının" bilinci içindedirler. Bu nedenle de günlerini gün etmeye, sıkıntı ve üzüntülerden uzak durmaya çalışırlar. Bazı kişilerse, mutluluğu ve gönül rahatlığını acıda, sıkıntıda bulurlar. Bile bile, isteye isteye, seve seve üzüntülerin çukuruna bırakırlar kendilerini. Kurtulmak da istemezler ayrıca. Çaba göstermezler kurtulmak için. Uğraşmazlar bu yolda hiç. Bir üzüntüleri, bir sıkıntıları biter bitmez, yeni bir üzüntünün peşinden koşarlar. Daha da ileri giderler, "ağlamanın bile bir zevk olduğunu" savunmaya kalkışırlar, üzüntü ile arkadaş olmuşlardır sanki. Ayrılmazlar bir an, ayrılmak istemezler bir kez onlardan. Alfred de Musset gibi, "iyi ki ağlamışım ara sıra / Elimde kalan servet bu dünyada" diye şiirler söyler dururlar, üzüntülerinden kurtulacak olurlarsa yaşamlarını da yitireceklerini sanırlar üstelik.
Gerçekten neşesiz geçen bir yaşam, tatsız bir yaşam, renksiz bir yaşamdır. Neşe, her şeyden önce gönlün gıdasıdır. Dr. Victor Pauchet "Mutluluk Yolu" adlı yapıtının bir yerinde "Dünya yüzünü neşe ve aşk kapladığı gün kötülükler ortadan kalkacaktır" dedikten sonra tüm insanlara şu öğüdü vermektedir: "Her yerde, her durumda gönlünün rahat olmasını, dört yanına neşe saçmayı istiyorsan dudaklarından hiç bir an gülümseme eksik olmasın."
Gülümseme... Dünyanın en büyülü sözcüğü. Ve de en güzel davranışı. Çirkin bir yüzü bile güzel gösteren inanılmaz tılsım. Suç işleyenlere bakınız, onların yüzünü çirkin gösteren şeyin neşesizlik olduğunu görürsünüz. Neşesizliğin kötülüklerin kaynağı olduğunu söyleyenler belki haklıdırlar bu bakımdan. Ama suçluların çoğu acaba gülmedikleri için mi suç işlemişlerdir, yoksa suç işledikleri için mi gülmemektedirler, orası ayrı bir konu.
Bütün insanların kardeş olmasını istiyorsak, her birimiz teker teker neşeli olmaya çalışmalıyız. Ama elimizde mi bu bakalım, gücümüz yeter mi bu işi başarmaya?
İnsanoğlunun kafa gücüyle göklere tırmandığı bir çağda, ileri ulusların çeşitli toplum sorunlarını kolaylıkla çözümledikleri, başarıya ulaştıkları bir dünyada yaşıyoruz. Bizim sorunlarımızsa dağlar gibi önümüzde, karşımızda duruyor. Ciddi, tutarlı biçimde ve bilimsel bir yöntemle ele almıyoruz bu sorunları.
Bu koşullar altında gelin de neşeli olun, gelin de yitirmeyin umudunuzu diyeceksiniz bana. Böylesi bir ortamda "umut mu yeşerir gönüllerde" dizelerini hatırlatacaksınız kuşkusuz. Belki de haklısınız böyle düşünmekte. Haklısınız ama, ne olursa olsun umudumuzu yitirmememiz gerekir diyeceğim gene de. İçimizdeki umut ışığını söndürmemeliyiz diye yanıt vereceğim size. Güzel günler ilerdedir çünkü. O günlere ulaşmak için ülkemizin ozanları "umudun Şiirini", hikayecilerimiz "umudun hikayesini" yazmalıdırlar hep. Bestecilerimiz "umudun şarkısını" söylemelidirler. Tüm yüreklerde umut ateşi yanıncaya dek, tüm vatandaşlarımız insan gibi yaşama olanağına kavuşuncaya dek sürmelidir bu savaşım, ulusça yenik düşeriz, yitik düşeriz sonra.
Dünya her gün yeniden kurulurmuş. Pandora'nın sihirli kutusunu unutmayalım hiçbir zaman. Hani her şey uçup gitmiş, yalnız umut kalmış içinde. Umudumuzu yitirmeyelim, umudumuzu uçurmayalım diyorum onun için. Sıkı sıkıya sarılalım ona, kaçırmayalım onu elimizden, avucumuzdan.
Ama nasıl "bal demekle ağız tatlanmazsa" umutla yaşamak ve yalnız umut şarkıları söylemekle de hiç bir şey elde edilemez. Çalışmadan başarıya ulaşmak olanak dışıdır. Çağlar boyu mutlu yarınlar, hep çalışanların olmuştur. Aydınlık günler de, özgürlüğe ve uygarlığa kavuşmak amacıyla hep umarak çalışanların olacaktır.