Muhafazakarlar, modern topluma karşı mücadelelerinde, başlarda tarihsel
bir modelin doğrulanması olarak düşünülen, fakat daha genel çerçevesi
olan toplumcu bir teori geliştirdiler.
Bu teori bir sosyolojiye dayanır; ama muhafazakarlar, büyük çoğunluk itibariyle modern sosyal bilimlere ve özellikle modem sosyolojiye karşı çekingen hatta hasmane bir tavır alırlar. Bu apaçık çelişkiyi nasıl açıklamak gerekir? Muhafazakarlara göre modern sosyal bilimler, bilimsellik iddialarıyla, yani yöntemi yüceltmeleriyle ve değerlere ilişkin yansızlık iradeleriyle yanılgıya düşerler: İlke olarak iyi-kötü sorununa kayıtsız, yöntem kaygısı ile insan bilincini ezmeye eğilimli modem sosyal bilimler, bu durumda özü, insan eylemlerinin ahlaki boyutunu bir yana iterler. Bu nedenledir ki, bu sosyal bilimlerin en şiddetli eleştirmelerinin arasında muhafazakar ya da muhafazakarlıkla ilintisi olan düşünürlerin bulunması şaşırtıcı değildir (özellikle Erik Voegelin ve Richard Weaver).
Muhafazakarların sosyolojisi, muhafazakar bir sosyolojidir ve iyi toplum teorisinin hizmetindedir. Hem doğa, hem de tarih üzerine kurulmuş olan bu teori (dolayısıyla sapmalar dışında tarihin doğa ile "uyuştuğu" fikrine dayanır) başlıca iki unsura dayanır! Bir toplumsal bağ teorisidir ve ahlaki yükümlülükler teorisidir. Topluluk modelinde somutlaşır.
Muhafazakarlığın toplumcu teorisini sunmak, kuşkusuz, farklılıkları ya da türleri silerek, gerçeği basitleştirmektir. Fakat bize öyle geliyor ki, toplumsala muhafazakar bakışın bütünsel tutarlılığı nedeniyle, ona ihanet anlamına gelmemektedir.
Topluluğun modeli. Topluluk ile , Gemeinschaft ile Gesellschaft arasındaki karşıtlık, Törmies tarafından 19. yüzyılın sonunda belirlendi... Fakat genellikle bu terimlerle ifade edilmemiş olsa da, bu karşıtlık, bütün muhafazakar düşüncenin can damarıdır. Muhafazakarların iyi toplumu yani savundukları geleneksel toplum, Modemler tarafından tasarlanmış olan "toplumda tamı tamına karşıt ve lanetlemekten hiç vazgeçmedikleri komünoter topluluktur.
Bu karşıtlığın terimlerini özetleyelim. "Toplum" aklın , ve iradenin eseridir, özerk ve egemen olduğu varsayılan bireyden yola çıkılarak kavranır; topluluk tarihin meyvesidir, bireysel iradelere kendisini dayatan toplumsal bir evrimin ürünüdür. "Toplum" bireylerin birliğidir, unsurlarının toplamından ötede bir varlık değildir; topluluk kendi Öz hayatı olan bir bütündür ve kendisini meydana getiren unsurların toplamına indirgenemez (diğer bir deyişle, Modemlerin perspektifi bireycidir, muhafazakarlarınki ise bütüncüldür (holist). "Toplum" her şeyden önce faydacı, sözleşmeye dayalı ve gayri kişisel ilişkiler sürdüren ve bu ilişkilerde kendilerinin ancak bir yüzünü ortaya koyan eşit üyeleri birleştirir ('‘toplum" insanı farklı toplumsal rollere böler, yurttaşı, üreticiyi ve tüketiciyi birbirinden ayırır). Topluluk kendi içinde birliklerden ve topluluklardan oluşmuştur; mensuplarını her şeyden önce duygu dolu ve ahlaki boyutlu bağları olan ve insanı bütünlüğü içinde saran kişisel ve hiyerarşik düzeyli ilişkiler ağı çerçevesinde birleştirir. Sonuç olarak, muhafazakarlar insan toplumunu aile modeli (topluluğun hem tarihsel, hem de simgesel ana örneği), Modernler ise irade birliği modeli çerçevesinde görürler.
Peki öyleyse, neden yalnızca bu topluluk şeylerin doğasına uygundur? Bunun başlıca nedenleri, yani muhafazakar tarihsel sosyolojinin temel tezleri aşağıdaki gibidir.
A)İnsan bir mirasa konar Özerk birey modern fikri, salt hayal ürünüdür, insan, toplumun nakleden bir unsurudur, topluma verdiğinden çok daha fazlasını alır. Rousseau’nun saçma sapan öne sürdüğü gibi özgür doğmuş olmaktan uzaktır, güçsüz ye bağımlı doğmuştur. İnsanoğlu, insan olabilmek için başkalarına muhtaçtır ve başkalarından (yakınlarından, çağdaşlarından, ama aynı zamanda atalarından da) dilini, töreleri, bilgisinin esasını alır.
Dolayısıyla toplumsal hayatın temel eylemi, "doğanın modeli"ne uygundur: Bu iletimdir (intikal), insan doğuşunda iletim yoluyla, geçmiş yüzyıllarda birikmiş olan mirası bulur. Sırası gelince, bu mirası o da iletecektir. Kuşaklar zincirinde, o da zincirin bir küçük halkasıdır..
"Almak ve geri vermek diye yazar Lamermais, Essai Sur Vlndifference en de Religion adlı denemesinde, işte hayat bunlardan oluşur ve kendisini de bu yolla korur; dolayısıyla toplumun dışında hayat olamaz; ve fikri varlığı içinde ele alınan toplum, esas olarak üç kişiden oluşur, alan, toplumun aldığı ve toplumun aldığını iade ettiği ya da ilettiği kişi, insanda özel hayat biçimi olan her şey, akıl, yürek, duyum ya da vücut, bu evrensel birlik ve bağımsızlık yasasına boyun eğmiştir."
Bu miras insan için esastır, çünkü insanın mantığı zayıf ve sınırlıdır. Toplumsal hayatın nesneleri karmaşık ve dayanıksızdır ve çıplak mantık olaylara hakim olmaya elverişli değildir. Bilgelik, tecrübe ve zamanın gelenek ve göreneklerde, düşünce alışkanlıklarında şekillendirdiği o gizli akla kredi açmaktır. Reflections’ın ünlü bir pasajında Burke, bütün 18. yüzyılın ana hedefi haline gelen önyargıları, fikirleri yeniden canlandırmayı düşünür. Önyargılar, başka erdemlerin yanısıra, gerçekten de önce şunu içerirler: Gizli bir bilgeliğin taşıyıcıları olmak.
"Görüyorsunuz baylar, der Burke, bu Aydınlanma yüzyılında, eski önyargıları silkelemek yerine, tam tersine onları çok sevdiğimi itiraf edecek kadar cesurum; daha da ayıplanmak için, diyeceğim ki, onları seviyoruz çünkü onlar önyargılardır. Onlar bizi ne kadar çok yönetirse, etkileri daha yaygın oluyordu, biz de onları daha fazla seviyorduk. İnsanları, benzerleri ile yalnız kendisine ait olan özel akıl birikimleri ile yaşamaya ve ticaret yapmaya terketmekten korkuyoruz. Çünkü biz bu sermayenin her bir bireyde yetersiz olduğundan kuşkulanır bu yüzden genel bankadan ve uluslardan ve yüzyıllardan oluşan sermayeden hep birlikte çıkar sağlamanın daha iyi olacağını düşünüyoruz. Düşünürlerimizden çoğu genel önyargıları ortadan kaldıracaklarına bu önyargıların her birine egemenlik etmez. Önyargı erdemi birbirleri ile bütünleşmeyen eylemlerin bir devamı değil, insanlar için bir alışkanlık yapar. Ödev akıl içinde eriyen önyargı ile insanın doğasına girer.” Geçmişin mirasına saygı duymak önyargılara varıncaya kadar aslında bilgelik göstermek anlamına gelir. Bir mirasa saygının erdemli bir başka yanı, insanları her türlü maceracı yenilikten alıkoymak ve onlara geçmiş kuşaklan birleştiren, gelecek kuşakları da birleştirecek olan bağlar duygusunu vermektir. Tersi yani "atalarını hiç dikkate almayanlar, gelecek kuşaklan daha az dikkate alacaklardır." Burke ve takipçilerine göre topluluk, yalnız canlıları birbirine bağlamakla kalmaz, canlıları, ölüleri ve doğacak olanları birbirine bağlar.
olan gizli bilgeliği keşfetmek için bütün kavrayışlarını kullanıyorlar. Amaçlarına ulaşırlarsa, doğrusu ya ulaşamadıkları pek ender oluyor, yalnızca çıplak mantığı muhafaza etmek için kabından kurtulmaktan a, önyargıyı içerdiği mantık temeli ile muhafaza etmenin daha bilgece olacağını düşünüyorlar. Çünkü bir önyargının onu içeren akla sarsıcı gücünü ve sürekliliğini sağlayan çekiciliği veren motif olduğunu düşünüyorlar. Önyargı her vesilede anında uygulama alanı bulur; bilgelik ve erdem yolunu tutarlıca izlemenin yolunu belirlemiştir ve karar anında kararsız insanları yalnız bırakmaz; insanları kuşku, bocalama ve kararsızlık tehlikelerine ter
B) Topluluk, tarihte somutlaşmış bilgeliğin eseridir Eğer insan aklı güçsüz ise, "tür bilgedir" (Burke). Peki öyleyse, bu tarihi yapan insanların, ondan bu kadar yoksun bırakıldığı durumda, tarih boyunca oluşan ve gelişen bu aklı ya da bilgeliği nasıl açıklamalı? Bu simyayı nasıl anlamalı? Muhafazakarların yorumu Esirgeyen Tanrı’ya ya da sosyolojiye ya da her ikisine gönderme yapar.
Sosyolojik yorumu aşağıdaki gibidir: İnsan, kapasiteleri açısından olduğu kadar kendi öz tecrübesi açısından da sınırlıdır, toplumsalın karmaşıklığını kendi başına düşünmekten acizdir. Fakat kişisel ve somut bilgilere sahip olduğu özel sorunlar söz konusu olmaya başladığında, daha iyi silahlanmış olur. İnsanların binlerce somut eyleminden ve zamanın oluşturduğu vardiyadan ve filtreden, gelenek ve göreneklerin kaydettiği bir bilgi ve deneysel bilgelik doğar. Tarih hem ayrıştırır hem birleştirir, sapla samanı birbirinden ayırır, taneleri biriktirir ve iletir. Gelenek bu sürecin ürünüdür, geleneğin yerine başka hiçbir şey konamaz, çünkü o her halkın özel karakterine, hayatının somut verilerine, tarihinin koşullarına bağlıdır. Hiçbir soyut düşünceyle bu sonuca ulaşmak mümkün değildir.
Tarihin bu muhafazakar kavrayışı ile liberal piyasa kavrayışı arasında bir benzerlik vardır. Birileri için geleneği şekillendiren süreç, başkaları için çıkarları eklemleyen süreçle aynı niteliktedir: insanların dağınık binlerce eyleminden hareket ederek, kendiliğinden bir düzen yaratır. Her iki durumda, bireyin sınırlı bilgisinin en iyi kullanımını mümkün kılan "görünmez el" (muhafazakarlar bunda İlahların parmağını tespit ederler) harekete geçer. F.V. Hayek muhafazakarlara karşı çok eleştirel yaklaşımlı saf liberal bir kişidir, fakat bu noktada muhafazakar düşünceye saygılarını iletmiştir:
"Liberal tavrın muhafazakarlarının e zıt düşen belli başlı noktalan belirtmeden önce, liberallerin bazı muhafazakar düşünürlerin tahlillerinden çok şey öğrenebilecekleri olgusu üzerinde ısrarla durmak istiyorum. Onların, kendiliğinden bir gelişmeden doğan kurumlara bağlılıklarına ve saygılı incelemelerine, bizler (en azından ekonomi alanı dışında) özgür bir toplum bilgimize gerçek bir katkı olan derin ve kavrayışlı görüşleri borçluyuz. Coleridge, Bonald, de Maistre, Justus Möser ya da Donaso Cortes gibi kişiler siyasette ne kadar gerici olmuş olurlarsa olsunlar, dil, yasa, ahlak, anlaşmalar gibi kendiliğinden gelişen kurumların mahiyetini anladılar, bu anlayış modern bilimsel perspektiften önce geldi ve liberaller bundan yararlanabilirlerdi."
Tarihi sürece sunulan bu saygıdan çıkan şudur ki, muhafazakarların gözünde iyi toplum için soyut ve tek bir formül yoktur. Her halk, kendi ulusal karakterinden, tarihinin olaylarından çıkan kendi formülüne bir biçimde sahiptir... Bir ulus, unsurları ayrılabilen ve aralarında yer değiştirebilen bir makine değil, özel hayatı olan organik bir bütündür. "Uluslar, der Disraeli, bireyler gibi özel bir karaktere sahiptir."
Muhafazakarlar böylece, hem toplumsal hayatın özel bir biçimine (topluluk), hem de tarihe ve tarihin çeşitliliğine boyun eğmeyi savunurlar. Bu tavrın tutarlılığı, bu çeşitliliğin aslında sınırlı kalmasını, tarihin yalnızca bu topluluğun bazı türlerini (muhafazakar yorum) üretmesini içerir. Bunun içindir ki, dayandıkları tarih hiçbir zaman tek bir tarih değildir. Muhafazakarların tarihi hiç kuşku yok ki, gelenek tarafından yönetilen tarihtir, aklın kendini beğenmişliğinin etkisine kayınca hemen nitelik değiştirir. Fakat daha da kesin konuşmak gerekirse, bu tarih, belli gelenekler tarafından, komşu ya da kuzen gelenekler tarafından, yönetilen tarihtir, devrim öncesi Avrupa tarihi ile genellikle karışır. Tarih bilge ise, bunun nedeni, Avrupa’da onun ötesinde ne var? doğaya uygun bu topluluğu yaratmış olmasıdır.
C) Yalnız topluluk insanları sıkı sıkıya birbirine bağlayabilir ve ahlaki ihtiyaçlarını karşılayabilir Toplum kırılgan bir şeydir, çünkü insan toplumsal bağları koparma tehlikesi ile karşı karşıya bulunan yıkıcı tutkuların merkezidir. İnsanı topluma zincirlemek, onu başkalarına bağlamak için, topluluk bağlan gerekir, yani doğal toplulukların bağrında kendiliğinden doğan bağlar, diğer bir deyişle ana babayla çocuklarını, usta ile çıraklarını, müminleri Kilise’ye, köylüleri topraklarına ve köylerine, Fransızları ya da İngilizleri vatanlarına (ve/veya topluluğun feodal türünde köylüler ve senyörler) bağlayan bağlar gereklidir... Yalnızca bu bağlar gerekli ölçüde sağlamdır, çünkü kullanım ile benimsenmişlerdir, duygu ve heyecan doludurlar, kurallarla ve simgelerle birleştirilmişlerdir. Toplumu, rasyonel rızaların ve bireysel çıkarların serbest hareketi üzerine kurmak, kumun üzerinde inşaat yapmak demektir. Eğer herkes yalnızca kendi kişisel çıkarının peşinde koşacaksa, bir uç örnek söz konusu olunca, ülkenin savunması nasıl sağlanacaktır? Piyasa için kim ölmeye gider? insanlar savaşta hayatlarını tehlikeye atmayı, ancak canlı bir topluluğun içine girerek, ete kemiğe bürünmüş gerçeklere, toprağa aileye, vatana... ve bunların simgelerine, çana, bayrağa, ailenin ve ulusun tarihindeki büyük olaylara bağlı kalarak kabul edebilirler. Bu nedenle, topluluk doğal dayanışma zinciri ile güçlenir; bireyden başkasını tanımayan "toplum" ve Devlet, sürekli olarak anarşinin hedefidir.
"Bütün kamusal bağlılıkların ilk ilkesi, der Burke, bunların ilk filizi de denebilir, içinde yaşanan toplumsal sınıfa bağlılıktır, bu ait olunan kümeyi yürekten sevmektir. Bu, yurdumuz için olsun, bütün insanlık için olsun, bizi duygulandıran* bütün sevgi zincirinin ilk halkasıdır."
Topluluk bağlan, bir başka açıdan da düzenin ve birliğin bağlandır. Bu bağlar farklılaşmış ve sıraya sokulmuştur, şeylerin içindeki çeşitliliği ve eşitsizliği yansıtırlar ve otoriteleriyle onları yüceltirler. Aynı açıdan insanların isteklerine sınırlar getirirler, düzensiz arzuları ve tutkuları sınırlandırırlar. Eşitlik bir hayaldir" Aynı düzeye getirmek isteyenler, eşitliği hiçbir zaman sağlayamazlar" (Burke). Bunun uğursuz sonuçları arasında, şu vardır: Eşitlik fikri, açgözlü tutkuları ve kibirli aşırılıkları başıboş bırakır. Tocqueville, modern insanı eşitlik tutkusu tarafından kemirilen ve sürekli doyumsuz kalmaya mahkum biri olarak tasvir ederken, muhafazakar bir çizgideydi.
Dolayısıyla, toplumsal istikrar, insanın iç ihtiyaçlarının karşılanmasına bağlıdır. Topluluk bağlarını kopartmak, insanı yaşamsal bir besinden, inançtan, bağlılıktan, hayranlıktan; şefkatten yoksun bırakmaktır. Modern rasyonellik ruhsuz ve kalpsizdir, insanı soğuktan ölmeye mahkûm eder.
Bu ihtiyaçlar aynı zamanda kışkırtmaları ve gerektiğinde zorlamaları çağıran ahlaki ihtiyaçlardır. İnsan günahkardır, kendisine karşı savunulmalıdır, din, törenler ve kurumlar tarafından doğru bir davranışa yöneltilmelidir. Topluluk bağlan, dinin davranış kurallarına bağlıdır ve karşılıklı görevler ağının yanısıra, bir bütün olarak topluluğa karşı görevleri içerirler. Ya da daha sosyolojik terimlerle, insanlar, topluluğun bünyesinde güçlü ahlaki yükümlülüklerle dolu toplumsal roller üstlenirler (özellikle üst düzeylerdeki, "toplumsal otorite"lerle ilişkili rollerin ahlaki yükümlülükleri). Bundan çıkan sonuç, topluluğun gerçek özgürlüğe en elverişli toplumsal yaşam biçimi olduğudur. Bu özgürlük, aslında, kural tanımayan bir özgürlük olamaz. Eğer diye açıklıyor Burke, içerden denetlenmezse, dışardan denetlenmelidir. Toplum ne kadar doğurgan olursa, zorlama o kadar az gerekli olur.
Bu iyi toplum kavramının bünyesinde, görmüş olduğumuz gibi, din esas rölü oynar. Şunu da eklemek gerekir; muhafazakarların hepsi mümin ya da ateşli mümin kişiler değillerdir; ortak davranışlarını belirleyen, dinin toplumsal işlevleri üzerindeki ısrarlarıdır. Kilise’nin bir otorite, düzenin ve geleneğe saygının sahibi olduğunu, ayinleri, törenleri, bayramları bulunan bir topluluk olduğunu özellikle vurgularlar. Hıristiyanlığın Dehası muhafazakarların yüreklerini o kadar büyülemişse, bunun nedeni, Chateaubriand’ın bu eserinde, dini ibadetin topluluksal anlayışını ve simgesel boyutunu belirten ya da ifade eden dinin veçhelerini dinsel törenlerde usul ve sıra, dinsel törenler, papaz giysileri vurgulamış olmasıdır. Bundan çıkan, "dehası" muhafazakar tezlerle çakışan dinin, kuşku yok ki Katoliklik (ve daha geri bir noktada Anglikanizm) olduğudur. Protestan dini, bireysel inancı vurguladığı ve ayine ve dini usullere az başvurduğu sürece, muhafazakarların dine atfettikleri toplumsal bütünleşme işlevini yerine getiremez. Aralarından bazılarına göre (Bonald, Lamerınais, Maurras..) Reform hareketi, Avrupa tarihinde bozucu bir maya, modern dünyaya yol açan bu uğursuz tarihte bir ilk adım olmuştur. Muhafazakarların yücelttiği, din, tıpkı savundukları gelenek gibi, özellikli çizgilere sahiptir ve muhafazakarlığın ya da bir muhafazakarlığın eğilimi, onu her şeyden önce sivil bir din olarak görmektir. Her halükarda, mümin olsunlar olmasınlar, büyük çoğunluğu G.K. Chesterton’un şu yargısını doğrularlar:
"Allah’a inancın yitirilmesi ün tehlikesi, bu durumda artık hiçbir şeye inanılmaması değil, herhangi bir şeye inanılmasıdır."
Böylece, sonuçta, topluluğun muhafazakarlar için yapmış olduğu, doğadan ve tarihten çıkan bir dizi bağımlılığı, toplumsal örgütlenmeye yansıtmış olmasıdır: İnsan topluma, akıl geleneğe, özgürlük erdeme, rıza bilgeliğe, sıradan kişi üstüne bağımlıdır. Modern insan, bu modern hiyerarşileri altüst ederek elindekileri yitirdi.
Bununla birlikte, muhafazakar toplumsal düşünce sonuçta, modern topluma karşı davasını kaybetti. Modern fikirlerin dinamizmi, her şeyden önce de eşitlikçi bireyciliğin dinamizmi, bir bakıma Burke’ün ve onun takipçilerinin cemaatçi (komünoter) değerlerini sulara gömdü. Öte yandan muhafazakarlık, muhafazakar düşüncenin tam tersi kutbunda yer alan Prometeosçu bir anlayışın, insanın doğaya hakim olma gücüne inancı beşleyen bilim ve teknikteki gelişmelerin de kurbanı oldu. Ve nihayet modern siyasal rejim (Batılı), siyasal ekonomik başarısının da gücüyle, kok saldı. Locke’un ve takipçilerinin liberal sözü, tutulmuştu: Modern rejim insana özgürlük içinde refah sağladı. Muhafazakar bakış açısından bu vaad bir günah eğilimidir. Fakat "baştan çıkarıcılar" hiç olmazsa bir süre için davayı kazandı.
Muhafazakar proje bu evrimin üstüne çıkamadı. Bu proje modern toplumun reddine dayandırılmıştı; Modernliğin zaferi onu kalıntı olmaya itti. Muhafazakarlığın tarihsel modeli, (modernleşme öncesi toplum) geçmişin içinde yok oldu ve muhafazakar toplumsal düşünceyi yenileme çabalan sonuçta, bu anti modern projeye yeni bir gençlik aşısı yapmaya yetersiz kaldı.
Bununla birlikte, muhafazakarlığın toplumsal düşüncesi, canlılığını koruyan bir miras bıraktı. Temalarından bazıları Katolik Kilisesi’nin toplumsal doktrini tarafından (toplumsal Katoliklik ilk adımlarını atmıştı) ve liberal muhafazakar doktrinler tarafından (Alman ordoliberalizmi ya da Amerikan yeni muhafazakarlığı) yeniden ele alındı. Liberal muhafazakarların tezleri, görmüş olduğumuz gibi, ABD’de 1970’li ve 1980’li yıllarda Özellikle güçlendi. Fakat muhafazakarlık bu durumda bir bakıma ikinci sıraya düştü: Liberal muhafazakarlar muhafazakar değerleri (aile, ahlak, din), modern bir toplumun bünyesi içinde savunduklarını düşünüyorlar. Diğer bir deyişle, modern ilkelere bağlı kalıyorlar, fakat bunların dinamiğini sınırlandırmaya, kabından taşmasını önlemeye çalışıyorlar. Gerçek muhafazakarlara göre, bu proje hayalden başka bir şey değildir.