Felsefe
 

Kutsal Bilgeliğin Laikleştirilmesi

Theodor Oizerman


Eski Yunanlıların "felsefe" deyimini ilk ortaya attıkları günlerde, bilgelikten ne anlaşılması gerektiği konusunda herhalde bir anlaşmazlık söz konusu değildi. (Felsefe gibi), daha önce var olmayan, kavranılamaz herhangi bir şey, mitoloji geleneğinde, oldukça açık ve her türlü tartışma ya da kuşkunun ötesinde kabul edilen şeyler kategorisine giriyordu.

Bilgelik, Tanrılara (en azından onların kimilerine) veriliyordu. Bilgelik Tanrıçası olarak Athena'ya tapılıyordu. Onun heykelleri, ayaklarına tünemiş bir baykuşla birlikte yapılırdı; baykuş, herhalde karanlıkta görebildiği içindir ki, kutsal bir kuş kabul ediliyordu.

O zamanlar insanların bilgelik olarak gördüğü şey, bilmedikleri ya da anlayamadıkları şeyler konusunda bilgi sahibi olmaktı, özellikle kehanetti. Mitolojiye göre, Tanrılar kehanetlerle, öbür seçkin kişiler ise bilgelikle donatılmıştı. Tüm seçkin insani erdemler gibi bilgelik de Tanrıların bir armağanıydı. Ilyadsinın Birinci Kitabında Homeros, büyük falcı Calchas'tan şöyle söz eder:


 

Ve ardından...

Rose Calchas, Thestor'un oğlu ve

Geçmişi, şimdiyi ve gelecekteki şeyleri bilen falcıların başı,

Apollo'nun verdiği kahinlik sanatıyla

Yunan gemilerine yol göstericilik yapmıştı...

 

Eski Yunan’daki ilk felsefi öğretilerden hemen önce gelen mitolojik dünya görüşü ilkel komünal sistemin ideolojisiydi. Mitolojinin gelişimi, onun bir tür "sanatsal din" durumuna dönüşmesi, ilk Yunan filozofları tarafından daha sonra doğalcı açıdan yorumlanan teogonik, kozmogonik ve kozmolojik kavramların doğması, sınıflar öncesi toplumun gelişmesinin temel aşamalarını yansıtıyordu. Bu toplumda birey, kendi dünya görüşüne sahip değildi. Felsefe henüz yoktu, çünkü, A. F. Losev'in de yazdığı gibi, "burada düşünen amaçları saptayan kabileydi ve bireyin bir şey üstünde düşünmek yükümlülüğü yoktu, zira yaşamın temel öğesi kabileydi ve yaşamın bu öğesi, bireyde kendiliğinden, yani, bilinçli açık seçik düşünce olarak değil, içgüdüsel olarak kendini gösterirdi.1

Eski felsefenin çıkışı, mitolojinin toplumsal bilincin hala egemen biçimi olduğu, sınıflı toplumun oluşum dönemiyle çakışmaktadır. Gerçekten, ilk filozoflar, geleneksel mitolojik dünya görüşüyle çatışmaya girdikleri için filozof idiler.

Mitoloji, insanların aklı üzerinde hala egemenlik sürdürüyorken, onlar "Bilgelik nedir?" sorusunu kendi kendilerine sormayı asla düşünmüyorlardı. Mitoloji, bu soruyu ve başka birçoklarını en açık biçimde yanıtlıyordu. Felsefenin doğmasıyla, mitos ve kehanetin yerini, insanın herhangi bir dış güçten bağımsız olarak, dünya ve insan yaşamı konusundaki düşüncesi aldı. Daha önce kimsenin üzerinde düşünmediği ya da söz konusu edemediği şeyler üstüne akıl yürütmesiyle başkalarını şaşırtabilecek in

* A. F. Losev, İlkçağ Estetiğinin Tarihi, Moskova, 1963, s. 107 (Rusça).

sanlar ortaya çrktı. Önceleri bu insanlar, hiç kuşkusuz, deli kabul ediliyordu. Bunlar kendilerine filozof, yani bilgelik aşıkları diyorlardı. Önce filozoflar ortaya çıktı, sonra "filozof" adı daha sonra da "felsefe" deyimi doğdu.

Thales, var olan her şeyin sudan kaynaklandığını savunuyordu. Anaximenes'e göre, yalnızca her şey değil, tanrılar bile havadan türemişti. Evren, diyordu Herakleitus, hem ölümlüleri, hem de ölümsüzleri ortaya çıkarmıştır. Bu savlar, mitolojik ve dinsel gelenekten bağımsız eleştirel bir düşünme tarzı oluşturan devrimci girişimlerdi.

İlk Yunan filozoflarının çağdaşlarının, Samanyolu'nun[1] Hera'dan fışkıran süt olduğuna gerçekten inanıp inanmadıklarını bilmiyoruz. Ama Demokritos, onun bir yıldız kümesinden başka bir şey olmadığını açıkladığı zaman, eminiz ki, birçok kişi bunu bir küfür olarak kabul etmiştir. Güneşin dev bir kaya kitlesi olduğunu ileri süren Anaxagoras bunu kellesiyle ödedi.

İlk Yunan düşünürlerinin öğretilerinin mitoloji öğelerinden özgür olmayışı, onların temel mitoloji karşıtı eğilimini gölgelememelidir. Mitos, diyordu Hegel, "kendisini bağımsız olarak ortaya koyamayan düşüncenin güçsüzlüğünün"[2] bir anlatımıdır. Felsefenin gelişimi mitolojiden, özellikle de, bilgeliğin doğaüstü kökeni konusundaki mitolojik anlayıştan ilerici bir kopuşu belirlemiştir. Bu nedenledir ki, diye yazıyordu Hegel, "artık kehanetin yerini, her düşünen kişinin kendi bilinci alıyordu."[3]

Kimin ilk kendini filozof diye nitelediğini söylemek güçtür. Herhalde Pythagoras'tı bu. Diogenes Laertius'a göre, Phliontes tiranı Leon, Pythagoras'a kim olduğunu sordu ve Pythagoras da şu yanıtı verdi: "Ben bir filozofum." Bu terim, soruyu soran için yabancı olduğundan, Pythagoras terimin bir açıklamasını da yaptı. "Yaşamı Olimpiyat Oyunlarıyla karşılaştırdı", diye yazıyor Diogenes Laertius. "Oyunlara katılan kalabalık arasında üç tip vardır. Kimileri yarışmak için, kimileri ticaret için ve bilge olan kimileri de, gözlem yaparak doyum sağlamak için gelirlerdi. Yaşamda da böyleydi. Kimileri şöhretin kölesi, ya da, zenginlerin satın aldığı kişiler olmak için, bilge olan kimileri de yalnızca doğruya ulaşmak için doğarlardı."[4]

Bu özetleme, Pythagoras’ın, bilgeliği seçkin birkaç kişi için ayrılmış bir şey olarak yorumladığını düşündürmektedir. Bununla birlikte, kimi başka kaynaklara göre, O yalnızca Tanrıların bilgeliğe sahip olduğunu savunuyordu. Her durumda, Pythagoras'ın öğretisi, yalnızca "kutsal" bilgeliğin laikleştirilmesine yönelik genel bir eğilimi ortaya koymaktadır.

Böylelikle eski Yunan felsefesinin doğması, eşzamanlı olarak, yüce bilgi ülküsü (ve davranışı) olarak bilgeliğe insanın kendi çabasıyla ulaşabileceği ve bilgelik olmadan insan yaşamının ne değerli, ne de dürüst olacağı ve boşuna harcanacağı biçimindeki, giderek artan bir inancı dile getiriyordu. Bunun anlamı, bilgeliğin kaynağının, inanda değil, bilgi ile entelektüel ve ahlaksal yetkinleşme çabasında yattığıdır. Böylece, daha felsefenin kaynağında, inan ile bilgi arasında bir çelişkinin doğduğunu görmekteyiz.[5]

Eski Yunan felsefesi, ilk kent devletlerini kuran Yedi Bilge'nin öyküsünden söz etmektedir. Bunlardan kimileri efsanevi kişiler olsa gerekir. Ama örneğin Solon, Atina Devleti'nin doğuşunun reformlarıyla bağlı olduğu gerçek bir tarihsel kişiliktir. Kendisi için Yunan tarihi hiç de uzak bir geçmiş olmayan Pythagoras, sonradan Bilgeler olarak anılan gerçekten yaşamı tarihsel kişiler (bunlardan birinin de Thales olduğu söylenir) konusunda az çok açık bir fikir sahibidir.

Milet kenti maddecilerinin öğretisi, doğrudan doğruya, Herakleitos tarafından devam ettirilmiştir; Herakleitos şöyle diyordu: "Bilgelik, doğanın sesine kulak verip, ona uygun olarak davranarak doğruyu söylemekte yatıyor."[6] Bu deyiş, kuşkusuz, Tanrılara seslenmiyordu; onlar için kulak verilecek bir şey yoktu; insana ve yalnızca insana sesleniyordu. Ama insan bilgeliğinin varlığını bilmekle birlikte Herakleitos, yine de, bu bilgeliğin ölümsüzlerin bilgeliğine göre bir hiç olduğunu savunuyordu, çünkü, "en bilge insan bile, bir tanrıyla karşılaştırılırsa, bilgelik, güzellik ve başka her şey bakımından, olsa olsa bir maymun gibi kalır."[7] İnsani ve kutsal bilgelik arasındaki bu ayrımın, mitolojiden gelen geleneksel inançtan daha farklı bir şeyi dile getirdiği görülecektir. Bu, mutlak bilginin temelde olanaksızlığının (kuşkusuz, hala muğlak ve yetersiz biçimde dile getirilmiş bir onanışıdır).[8]

Bilgeliği arayan, şeylerin düzenine uygun davranmalıdır. Bu düşünceyi somutlaştıran Herakleitos, insanın evrensel'i izlemesi gerektiğini savunuyordu. Ama evrensel nedir? Öncesiz sonrasız bir akışkanlık doğasına sahip olan ateştir bu. Aynı zamanda da Logos'tur; zaman zaman, öncesiz sonrasız ateşle özdeşleşen ve zaman zaman da ondan ayrılan mutlak zorunluluktur, yazgıdır. Evrensel, sonsuz biçimde değişir. Her şeye nüfuz eder, her şeyi doğurur ve her şeyi yok eder. Hiçbir şey evrenselden ayrılamaz. İnsanlar, filozofun ağzından işittikleri zaman bile, evrenseli anlamaz ve onun sınırsız gücünü değerlendiremezler, çünkü onların bilgisizliği onlara "kendilerine özgü kavrayış" gibi gelmektedir. Herakleitos, acımaksızın, şu yorumu yapar: "Çoğu insanlar, karşılaştıkları şeylerden bir şey anlamazlar ve öğreterek de onlara bir şey anlatılamaz, ama bu onlara, sanki bir şey biliyorlarmış gibi gözükür."[9]

Böylece, görüyoruz ki, bilgelik her şeyden önce, insanların çoğunun karşılaştığı, onlar için genelde bilinen, yani, onların görüp, işitip bildiği, ama kavrayamadığı şeylerin anlaşılmasını öngörür. Bu bilgelik anlayışı, özel araştırma yoluyla doğrudan gözlenemeyen fenomenleri ve bunlar arasındaki ilişkileri ortaya çıkaran özel bilimsel disiplinlerin henüz bulunmadığı, felsefenin oluşma çağı ile organik olarak bağlıdır. Filozof, henüz, ancak herkesin gözleyebildiği şeyler (yeryüzü, güneş, yıldızlar, bitkiler, hayvanlar, gündüz, gece, soğuk, sıcak, su, hava, ateş, vb.) konusunda düşünce yürütebiliyordu. Filozof, kendi mantık gücünü insan yaşamında yer alan ve herkes tarafından bilinen her şeye (doğuma, çocukluğa, gençliğe, yaşlılığa, ölüme, mutsuzluğa, mutluluğa, sevgiye, nefrete, vb.) uyguladı. Eski Yunan ve aynı zamanda da Çin ve Hint filozoflarının ilk yapıtlarının herkes için bilinen, ama çok özel bir anlam verilen, duyumsal bakımdan gözlenebilir şeyleri "ilk ilkeler" olarak almasına şaşmamak gerekir. Hatta, bu şeylerin temel, "tözse!" özellikleri bile günlük deneyimden; sıcak ve soğuğun, sevgi ve nefretin, erkek ve dişinin üreme ilkelerinin vb. özelliklerinden çıkarılıyordu.

Bilgelik, ya da daha çok, bunun aranması, bu ilk filozoflarca, tüm bilinen şeyler konusunda, bunların kalıcı özünün onanmasından hareketle bir yargıya ulaşma yeteneği olarak görülüyordu. Evrenselin anlaşılması, insan aklına, sayısız geçici, sınırlı, çok biçimli şeyler içinde birleşmiş olanı ve öncesiz sonrasızı, sınırsızı göstermektedir. Öyleyse, tüm bilgi (örneğin bir şeyin bilgisi) hiç de bilgelik olarak kabul edilemez. Hatta, bir çok şeyin bilgisi bile, diyordu Herakleitos, bilgeliğimizi arttırmaz. Hiç kimsenin bütünüyle içinden geçemeyeceği bilgelik yolu, dünyada en güçlü ve bu yüzden de, insani yaşamımız için en önemli olanın anlaşılmasıdır.

Herakleitos'a göre en önemli, en güçlü ve en kaçınılmaz şey, evrensel değişimdir; ortaya çıkan her şeyin yitirilmesi, her şeyin karşıtlarına dönüşmesi, bunların yeryüzü, hava, tin ve başka her şeyin türemiş olduğu öncesiz sonrasız ateş içindeki birlikteliğidir. Filozofun, yaşamdaki doğru yolu gösteren yüce hakikat olarak anlamaya çalıştığı şey, sınırsız çok biçimliliğin bu süreğen birliği, karşıtların bu yan yanalığıdır. Bunun yolu da, geçmiş şeyleri küçümsemekten, tüm nimetlerin, tüm ayrımların ve karşıtların göreli doğasının kavranmasından, her şeyi kucaklayan ve her şeyi belirleyen şeyin anlaşılmasından geçmektedir. Bilgelik sevgisi, kendi başına ulaşılamaz olan bilgelikten ayrılmamakla birlikte, apaçıktır ki, bu çıkar gözetmeyen sevgi ve bunun verdiği bilgi, mutlak bilgeliğin özniteliği olarak ve bu anlamda da, (başlıca olarak, bunların tam olmayışları nedeniyle) göreli bilgelik olarak yorumlanır.

Herakleitos’un insani bilgelik ülküsü ve davranışı konusundaki anlayışı aristokratik ve kötümser bir eğilim taşımaktadır. Ancak şu anda, "ağlayan filozofun ne bu özellikleriyle, ne de, felsefi düşüncenin özgül bir özniteliği olmayan onun diyalektiğiyle ilgileniyoruz. Sorun; onun bilgelik anlayışının yalnızca eski zamanlarda değil, daha sonraki çağlarda da, yalnız felsefi bilginin ve dünyaya ilişkin felsefi tutumun doğasında var olan özellikleri göstermesidir.

Felsefe kavramının, bilgelik sevgisi (görece, insani bilgelik) olarak ilk kez biçimlendiği eski Yunan, felsefenin tüm sonraki gelişimi üzerinde esaslı bir etki yapacak olan başka ve temelden ayrı bir felsefe anlam ve amaç anlayışının da anayurdu oldu. Sofistlerden söz ediyorum. "Sofist" sözü, "sophia" (bilgelik) ve "sophos" (bilge adam) sözleriyle aynı kökten türemiştir ve aynı zamanda da, "zanaatkar" yahut "sanatçı" anlamına gelir. Sofistler, felsefe tarihinde ilk kez, bilgelik hocaları olarak ortaya çıktılar, böylelikle de, Pythagoras'a dek uzanan felsefe anlayışını reddettiler. Sofistler, eski dünyanın ilk ansiklopedistleriydiler. Matematiği, astronomiyi, fiziği, dilbilgisini düşünür olmaktan çok, öğretmen ve de ücretli öğretmen olarak incelediler. Güzel konuşma sanatının kurucuları oldular ve kent devletinin özgür vatandaşına mantık yürütmeyi, tartışmayı, çürütmeyi ve kanıtlamayı, kısacası, kendi çıkarlarını söz, tartışma ve tumturaklı laf etme gücüyle savunmayı öğretme derslerinin temel bir bölümü olarak gördüler.

Sofistler bilgeliği bilgiyle; ele alınan şeyin zorunlu, doğru, erdemli, yararlı, vb. olduğunu kanıtlama yeteneğiyle özdeşleştirdiler. [10] Kamu toplantılarında, mahkeme oturumlarında, tartışmalarda, ticari işlerde, vb. yer almak için Atina vatandaşı böylesi bilgi ve yeteneklere kuşkusuz gerek duyuyordu. Belagat öğretmenleri olarak etkinlikleriyle, görünüşte değişmez doğruları ortadan kaldıran ve sık sık da, bütünüyle olağandışı görüşleri temellendiren kuramlarıyla Sofistler, mantıksal düşüncenin gelişmesini ve kavramların esnekliğini daha da hızlandırdılar; bu da, ilk bakışta tümüyle bağdaşmaz gibi gözüken şeyleri yan yana getirmeye ve birleştirmeye olanak verdi. Mantıksal kanıt, hakikatin temel niteliği olarak görülüyordu. İlk kez Sofistlerin felsefesinde ortaya çıkan kavramların evrensel esnekliği, nitelik bakımından, belirgin ölçüde özneldi. Kanıtlamak, inandırmak ya da razı etmek anlamına geliyordu. Sofistler, kanıtlamak için seçtikleri her şeyi kanıtlamanın olanaklılığına inanmaya başladılar ve bu, gerçekte, "sofist", "sofizm" ve "sofistik" sözlerini, her düşünen insanı aşağılayan sözler durumuna getirdi.

Sofistler, genelde, duyuların ve bunlardan elde edilen çıkarsamaların tanıtlayıcıllğının öznelliğini ve göreliliğini vurguladılar. Herhangi bir şeyi desteklemek için savlar oluşturulabileceğini, bugün apaçık gelen bu olguyu, ilk kez onlar kavradılar. Bu hakikat, onlarca, kısmen felsefi kuşkuculuk ve görelilik anlamında, kısmen de, çelişkili olguların, sanıların ve yargıların olası doğruluğunun onanması biçiminde yorumlandı. Kısacası, sofistler, bir insanın kendi amacına ulaşmak için gerek duyduğu postulalar dışında, her tür koşulsuz postulaya kendisini uydurmayı reddeden bir düşünce tarzını öğretiyorlardı. Basmakalıp sanıları ve kavramları çok yönlü bir duruma sokmaya ve günlük kullanım sonunda sert bir biçimde ortaya çıkan aykırılıklarını gidermeye çalıştılar. Böylelikle kimi Sofistler, iyilik ve kötülük arasında yalnızca görece bir çelişkinin olduğu, dinsel inançların yanıltıcı olduğu ve çoğu insanların o günlerde yaptığı gibi inanmanın bir hata olduğu, köleler ile özgür insanlar arasındaki karşıtlığınsa doğa tarafından konulduğu sonucuna ulaştılar.

Sofistlerin kimileri köleci demokrasinin ideologlarıydı, kimileri de bunun karşıtlarıydı; ancak her ikisi de, felsefeyi dünyevi bilgelik ve bilgiyi de belagat sanatı olarak anlıyorlardı; eğitilmiş insan, bu sanatın yardımıyla, eğitilmemiş insanlara ve bilgisizlere karşı her zaman üstün gelebilirdi.

İlk kez Sofistler bilgeliğin tam anlamıyla laikleştirilmesine çabaladılar; gereken eğitime sahip herkes için bunu ulaşılabilir kılmaya çalıştılar. Ancak Sofistlerin bu demokratik eğilimi; felsefenin görevlerinin aşırı yalınlaştırılmasıyla ve felsefenin, var olan her şeydeki özün ve evrenselin anlaşılması, insan yaşamı için ve insan yaşamı içinde en önemli olanın anlaşılması yolundaki arayışının göz ardı edilmesiyle yan yana gitti. Sofistlerin öğretisinin bu temel özellikleri, Sokrates ve özellikle, felsefeyi yeniden halk kitlesinin erişemeyeceği bir noktaya yükselten Platon tarafından amansızca eleştirildi.[11]

Platon, ne doğru bilginin ne de doğru erdemin dışardan, eğitim yoluyla kazanılabileceğini savunuyordu; eğitim, olsa olsa, insanın bir başka dünyadaki konukluğu sırasında ruhuna giren, ama farkında olunmayan bilginin ortaya konulmasına yardım eder.

Böylece Platon, tam olarak eski Yunan felsefesinin ilk döneminde ortaya çıkmış olan, yalnızca seçkin kişilerde var olan, bilgelik için bilgelik sevgisi anlamındaki, aristokratik entellektüel felsefe anlayışını geri getirdi. Platon'un öğretisine göre bilgelik, yerleşik transandantal gerçekliği anlamakta, ideler diyarını ve en başta da, mutlak anlamda hakça, mutlak anlamda doğru ve mutlak anlamda güzel ideler diyarını anlamakta ve tüm doğal şeyleri ve insani olayları da bu duyular üstü konumdan incelemekte yatmaktadır.

Platon, bir mutlak bilgi sistemi yaratmayı özlediği (kendisiyle Sokrates arasındaki başlıca ayrım) ölçüde, ulaşılamayan bir bilgi ve yaşam ülküsü sevgisi (arayışı) biçimindeki özgün felsefe anlayışından ayrılmaktadır. Onun, Sofistlerin dünyevi bilgelikleri üzerine eleştirisi, son çözümlemede bilgeliğin yeryüzündeki temelinin yalnızca bir yinelenmesine dönmüştür. Ruhuna sindirememiş olanlara bilgeliğin öğretilemeyeceği kaydını koymakla birlikte, Sofistler gibi o da, bir bilgelik öğretmeni olmaya çalışır. Böylelikle Platon'un öğretisi, yalnızca kuramsal değil, pratik yönleri bakımından da bir bilgelik sistemi olarak ortaya çıkar.

Platon'un devlet ülküsü mutlak adaletin, mutlak hakikatin ve mutlak güzelliğin yetkin bir biçimde göz önüne çıkmasını sağlayan, toplumu akıllıca yönetme öğretisidir; bunlar sayesinde, ister zanaatkar, ister çiftçi, ister gardiyan, ister yönetici-filozof olsun, her insanın kendisine ayrılan yeri alabileceği bir toplumsal sistem kurulacaktır. Atina devletinin bunalımını yansıtan bu gerici ütopyanın kuramsal olarak temellendirilmesi, Platon'u kendi öncellerinden ve eski dünyanın daha sonraki filozoflarından köklü biçimde ayıran kazanılmış bilgelik anlayışında yatmaktadır.1

Aristoteles'in öğretisinin hareket noktası ise, Platon'un ideler öğretisinin eleştirisidir ve transandantal'in bilgisi biçimindeki Platoncu bilgelik anlayışının yeniden gözden geçirilmesini gerektirir. Aristoteles, duyularla sağlanan gerçekliği yeniden canlandırır ve çoğu kez yine duyularla sağlanan, şeylerdeki içkin biçimler anlayışından hareket ederek, maddi dünyanın niteliksel çeşitliliğini açıklamaya çalışır. Kesindir ki, Aristoteles, duyumsal yollarla alınmış biçimlerin yanı sıra, "biçimlerin biçimi"ni ve ilk devindiriciyi de kabul eder; çünkü o, bir bütün olarak dünyayı açıklamak için başka bir yol göremez. Bununla birlikte, Aristoteles'in idealizmi, felsefeyi bu dünyadan öbür dünyaya tırmanış olarak yorumlayan Platon'un idealizminden temelden ayrıdır. Aristoteles ise, tersine, felsefenin görevinin doğanın temel nedenlerini, temellerini ve biçimlerini incelemek olduğuna inanır. Asıl bilgeliği burada görüp, Sofistlerin öğretisini "reel değil, yalnızca görünüşte"[12] bilgelik diye kınar. Aristoteles'e göre bilgelik, tek tek şeylerin bilgisiyle olmasa bile, haddizatında özün bilgisiyle, bilgiyle bağdaşmaktadır. Etik alanında Aristoteles'in bilgelik anlayışı, Hellenik dönemin felsefesini muştulamaktadır: "Pratik bilgeliğin insanı, mutluluğa ulaşmayı değil, acıdan kaçınmayı amaçlar."[13]

Aristoteles'in Tanrıyı ilk devindirici olarak nitelediği doğrudur; ancak bu sav yeniçağın yaradancı görüşlerini anımsatmaktadır, çünkü Tanrı felsefi araştırmanın bir konusu olarak alınmamıştır. Aristoteles, örneğin, Tanrıların ölümsüzlüğünü onların yaşam-suyu içmesine bağlayan teogonik ve kozmogonik kuramları mitoloji temelinde geliştiren ve eski Yunan felsefesinin öncelleri olan Hesiodos ve öbür ozanları teolog’lar diye betimler.

Böyle bir açıklamanın ozanları tatmin edebileceğini, ama bunun bizim anlayışımızın sınırları ötesine geçtiğini alaycı bir dille belirtir Aristoteles. Aristoteles’in aldığı biçimiyle teoloji, Tanrı (ya da Tanrılar) konusunda bir öğreti değil, konusu ilk nedenler ve onların temelleri olan "ilk felsefe"dir.

Bilgelik sorunu yeniden öne çıkmakta ve gerçekten de, eski toplumun gerileme çağı öğretilerinde stoacılık, kuşkuculuk ve Epikürosçulukta felsefi düşüncenin temel konusunu oluşturmaktadır. Bu ekollerin izleyicileri için bilgelik, bir bilgi ülküsü olmaktan çok, bireyi kaçınılabilecek sıkıntılardan ve sıkıntıya yol açan aşırılıklardan kurtaran doğru bir yaşam yoludur. Bu görüşlerin başlangıçları ilk Yunan filozoflarına dek götürülebilir, ama onların başlıca inancı, bilginin aslında bir amaç olmasıdır. Oysa Helen felsefesi, bilginin aslında bir değeri olmadığı ve yalnızca, bize yaşamda doğru yolu gösterdiği için kendisine gerek duyulduğu ilkesini ortaya atar.[14] Epiküros'a göre insani yaşamın ereğini oluşturan mutluluk, insanın kendi gereksinimlerini sınırlamasıyla ve tatsız sonuçlar getiren zevklerden vazgeçilerek elde edilebilir. Mutluluğun özü tam bir serinkanlılık, ağırbaşlılık, dünyadan vazgeçmedir. Marx, doktora tezinde şöyle yazar: "Epikuros'a göre, insan için hiçbir iyilik onun kendisi dışında değildir; onun dünya ile ilgili olarak sahip olduğu biricik iyilik, ondan (dünyadan ç) özgür olmak konusundaki olumsuz sanısıdır."[15] Ama, dünyadan özgür olmak için insan, kendi Tanrı korkusunun ve ayrıca da ölüm korkusunun üstesinden gelmelidir.

Özellikle, dünyada, ağırbaşlılığın mutluluk veren özgüvenini yıkabilecek hiçbir güç bulunmadığını kanıtlayabilirse, doğa felsefesi, amacına ulaşmış olacaktır. Doğa felsefesi, bu bağlamda, sonuçta etike gelip dayanan bir "yaşam felsefesi" getirmek ve temellendirmek gibi yardımcı bir rol oynar. Böylelikle bilgelik, "uygulamalı" bir amacı hizmete koşar; kişisel yaşamda bilgece davranma öğretisi olarak felsefe, entellektüel tedavi biçiminde yorumlanır. Epikuros şöyle der: "Herhangi bir insani sıkıntıyı gidermeye hizmet etmeyen filozofun sözleri boştur. Vücudu hastalıktan kurtaramayan bir ilacın nasıl tıpta hiçbir yararı yoksa, ruhun rahatsızlığını dindiremeyen felsefenin de bir yararı yoktur."!

Felsefeyi "bilgelik alıştırması" olarak gören eski Yunan stoacılığı da, Epikürosçuluk gibi, felsefenin (en yüksek anlamıyla) pratik önemini vurgular, çünkü onun amacı insana "doğaya uygun yaşamayı" öğretmektir. Stoacılık, var olan her şeyin önceden kararlaştırılmış olması gibi yazgıcı bir anlayıştan hareket eder. Dolayısıyla, doğaya uygun yaşama istemi, bir yandan, bir doğa bilgisini ve öte yandan da, doğal zorunluluğa koşulsuz boyun eğmeyi öngörür. İnsan, önceden belirlenmiş düzende hiçbir şeyi değiştiremez. Kaçınılmazı anlayarak buna boyun eğen ve erdem sevinci duymak için duyusal zevkleri terkeden kişi bir filozof ya da bir bilgedir; bu ise, şeylerin özünün yeniden tanınması ve aklın, tutkular üzerindeki zaferiyle elde edilir.

Eski Yunan kuşkuculuğu, birçok bakımdan Epikürosçuluk ve stoacılıktan ayrılsa da, bilgeliği, insani ilgi ve tasalardan uzakta, entellektüel serinkanlılığın kazanılmasına indirger. Diogenes Laertius, Posidonius'a yollama yaparak, şunu anlatır: Bir gün Pyrrho, "denizde, bir geminin içindeydi, arkadaşları çıkan fırtınadan korkuya kapılmışlardı; o ise, oldukça soğukkanlı ve dinginliğini hiç bozmadan, gürültülü biçimde bir şeyler çiğneyen bir domuzu gösterip, bilge kişi de aynı ilgisizliği korumalıdır, dedi."[16]

Bilgelik anlayışındaki (ve aynı yolla, felsefedeki) bu evrimin, eski kent devletinin ve, özgür vatandaşın devlet yaşamında etkin yer almasına izin veren toplumsal bir sistemin çöküşünü yansıttığı görülecektir. Artık o özgür vatandaş, toprağın ayağı altından kaydığını hissetmektedir. Dolayısıyla, onun açısından bilgelik, insanın toplumda yaşayabilmesi, hem de aynı zamanda ondan özgür olması gibi yanılsamalı bir güvencede yatmaktadır.

Eski Yunan felsefesi, her şeyi kucaklayan kuramsal biçimiyle bilgiye yönelik güçlü bir entellektüel hareket olarak ortaya çıktı. Uzlaşmaz çelişkilerle yıpranmış bir toplumdaki rahatlama arayışı olarak sona erdi. Ancak bu bunalım, Helenistik çağın öğretilerinde hiçbir akılcı düşünce olmadığı anlamına da gelmez. Bu öğretiler; kuramsal aklın karşısına pratik aklın önceliğini koymakta ve, bilimin yalnızca üretken değil, aynı zamanda da yıkıcı bir güç durumuna geldiği kapitalizm ve özellikle emperyalizm çağında beklenmedik ve acıklı sonuçlan artık apaçık olan, bilgi için bilgi biçimindeki safdilce akılcı anlayışı ilk kez olarak sistemli bir tarzda eleştirmektedir. "Yunan felsefesi", der Marx, "aralarında İyonyalı doğa filozofu Thales'in de bulunduğu yedi bilge adamla başlar ve bilge kişiyi kavramsal açıdan betimleme çabasıyla sona erer."[17]

Yunan ve Yunan-Roma felsefesinin daha sonraki tarihi (bu felsefenin yeni-Fisagorculuğun, yeni-Platonculuğun ve daha sonra da Stoacılığın, vb. dinsel ve gizemci öğretilerine dönüşmesi tarihi) gerçekte, eski filozofların dünyevi bilgeliğine son veren Hıristiyanlığın öntarihidir.


 

[1] Milky Way, Süt Yolu anlamında -çn.

[2] Hegel, Yapıtlar, 14 cilt, C. 2, s. 139.

[3] Agy., s. 77.

[4] Diogen Lâerce, Vie, doctrines et sentences des philosophes illustres,

Paris, 1965, s. 127.

[5] Mitolojide "bilgelik” sözcüğü, tartışılmaktan çok açımlanan belli bir sanıyı dile getirir yalnızca. Felsefede ise, bu yalnızca bir sözcük değil, anlaşılması ve tanımlanması gereken bir kavramdır. Bilgi kuramının başlangıcıdır, felsefenin kendisi için bir sorun olan tartışmanın epistemolojik temelidir. Bu savın en derin kaynağı, bilgi ve bilimi inana ve dine karşı çıkaran toplumsal ilerlemedir. Y. P. Frantsev'in yazdığı gibi, "olgular gösteriyor ki, insanlık tarihinde, geleneksel inançlarla çatışma durumuna giren belli bir bilgi birikimi olduğunda, felsefi düşünce ortaya çıkmaktadır. Dinsel sanılar inana dayanır. Gelişimi ne denli zayıf olursa olsun, felsefi düşünce, kör inana karşı, bilgiye dayanır. Felsefi düşüncenin doğuşu, inana karşı savaşımın başlangıcıdır." (Y. P. Frantsev, Dinin ve Özgür Düşünmenin Kaynakları, Moskova, 1959, s. 501, Rusça).

[6] A. O. Makovelsky, Sokrates'den Öncekiler, Kazan, 1914, Kısım I, s. 161

(Rusça).

[7] Agy.

[8] Daha sonraki yüzyıllarda, yeni çağın matematik ve doğa biliminin başarılarının etkisiyle, sanki var olan her şey konusunda ayrıntılı bilgi elde edebilmeye doğru gidiyorlarmış gibi gözüken, metafizik mutlak bilgi sistemlerinin yaratıcıları, bilginin doğasına ilişkin, bu temel diyalektik anlayışı yitirdiler. İnsan mantığının güçsüzlüğü düşüncesi, bütünüyle çağdaş zamanlara aittir. Eski Yunanlılar böylesi sanılara sahip olmaktan çok uzaktılar. Eski Yunan bilgeliğinin en son anlatımı Sokrates'in şu fikridir: "Bildiğim bir şey varsa, o da hiçbir şey bilmediğimdir." Bu açıdan bakıldığında, transandantal ideler diyarında, bu diyarı betimleyebilecek ölçüde uzun bir yaşam sürdürmüş olduğuna inanan Platon, Sokratik bilgelik anlayışının bir kalıtçısı değildir.

[9] A. O. Makovelsky, Sokrates’dan Öncekiler, Kısım I, s. 150 (Rusça).

[10] Protagoras'ın görüşlerini açımlayan Platon, Theaetetus'da, bilgelik anlayışını şöyle betimler: "...Ben bilge insanlara iribaşlar demiyorum, tersine, onlara, insan vücudunun ve bitkilerin söz konusu olduğu yerde, ‘hekimler’ ve ‘çiftçiler’ diyorum.” Platon'a göre, Protagoras, politika alanında şunu savunur: "Bilge ve iyi belagatçiler, duruma uygun gözükmek için kötülük yerine iyilik yaparlardı; çünkü, her bir duruma göre kim haklı ve haktan yana gözüküyorsa, öyle görüldüğü sürece, haklı ve haktan yana olan da odur; ve bilge insanın yaptığı şey, kötülük yerine iyi­liğin doğmasına ve gerçekleşmesine yol açmaktır." (Platon'un Söyleşileri, Oxford, 1953, C. III, s. 265). Dünyevi bilgi biçimindeki bu bilgelik anlayışı, önceki bilgelik kavramıyla doğrudan doğruya çatışmaktadır. Ancak sofistler, felsefeyle birlikte doğan ve onun özgül içeriğini ve amacım anlamak için ilk girişimi yapan, mitoloji karşıtı insani bilgelik anlayışını yalnızca mantıksal sonucuna ulaş­tırmış kişiler oldular.

[11] Platon, "Sokrates’in Savunması" başlıklı söyleşisinde, Sokrates'in ağzından, ilk Yunan filozoflarınca öne sürülen bilgelik anlayışını açımlar Sokrates, bilgelik kazanmak çabasıyla, diye anlatır, bunu herkesten önce devlet adamları arasında arar. Onlardan birisiyle konuştuktan sonra Sokrates şu sonuca varır: "...Ben, en azından bu adamdan daha bilgeyim, çünkü o hiçbir şey bilmiyor, ama bildiğini sanıyor, ben ise ne biliyorum, ne de bildiğimi sanıyorum." Şairlerle konuşan Sokrates şunu görür: "...şairler, bilgelikle değil, bir tür deha ve esinle şiir yazarlar; onlar, birçok iyi şey de söyleyen, ama bunların anlamını anlamayan kâhinlere ya da yatıştırıcılara benzerler..." Sonunda Sokrates sıradan insanlara, zanaatkârlara döner ve şunu anlar: "onlar, benim bilmediğim birçok şeyi biliyorlar ve burada, benden kesinlikle daha bilgedirler." Ama şöyle sürdürür: "... iyi iş-erbabı olduklarından, her tür yüksek konuyu da bildiklerini sanıyorlar ve onlardaki bu kusur, onların bilgeliğini gölgeliyor..." (Platon'un Söyleşileri, s. 345, 347). Böylelikle Sokrates, Sofistlerin savunduğu dünyevi bilgeliği bütünüyle reddetmemekle birlikte, yalnızca, insani bilgeliğin eksik olduğunu, bilgisizlikle karıştığını ve bu yüzden kutsal, mutlak bilgelikle karşılaştırılamayacağını kanıtlamaya çalışmıştır. Dolayısıyla, "Protagoras" da Sokrates, insani bilgeliği insanın kendi sınırlılıklarının aşılması olarak tanımlar: "Bir insanın kendine karşı aşağılığı (aşağılık duygusu çekmesi -ç) yalnızca bilgisizliktir; bir insanın kendine karşı üstünlüğünün bilgelik oluşu gibi." (Platon’un Söyleşileri, "Protagoras", s. 186).

* Son derece karakteristiktir ki, eski Yunan maddeciliğinin büyük bir temsilcisi ve Platon’un çağdaşı olan Demokritos bilgeliği iç yapının, doğanın birliğinin, maddenin anlaşılması ve insan yaşamında ödevin doğru yorumlanması olarak görür. Demokritos'un öğretisine göre, "bilgelikten şu üç yetenek, yani yerinde kararlar almak, bunları doğru olarak dile getirmek ve gerekeni yapmak yeteneği doğar."

Demokritos'un bilgelik anlayışı, alçakgönüllülüğü gözetmek anlayışıyla bağlıdır: "Güzellik, her şeyde alçakgönüllülüğü gerektirir." Politik ülküsü köleci demokrasi olan Demokritos'un dünyevi bilgeliği, hem Platon'un kehanet felsefesine, hem de Sofistlerin öznelciliğine aynı derecede yabancıdırr.

[12] Aristoteles'in Metafiziği, Londra 1857, Kitap 111, Bl. II, s. 84.

- Aristoteles'in Nicomache Etiği, New York 1920, s. 175.

[14] S. Chattarjee'ye ve D. Datta'ya göre, bilginin, felsefenin ve bilgeliğin amacının böyle anlaşılması eski Hint felsefesinin bütün sistemleri için özellikle karakteristiktir. "... Tüm bu sistemler, felsefeyi pratik bir zorunluluk olarak görürler ve yaşamın nasıl en iyiye yöneltilebileceğini anlamak için bunu yeşertirler. Felsefi bil­geliğin amacı yalnızca entellektüel kaygının doyurulması değil, ama en başta, uzak görüşlülükle, öngörüşlülükle ve derin görüşlülükle yönlendirilen aydınlık bir yaşamdır." (Hint Felsefesine Giriş, Kalküta, 1950, s. 12). Hint ve Avrupa felsefesi arasındaki ayrılıklardan biri de, Hint felsefesinde bu bilgelik anlayışının sürekli egemen olmuş olmasıdır.

[15] K. Marx ve F. Engels, İlk Yapıtlardan, Moskova 1965, s. 143 (Rusça).

* Lukretius, De Rerum Natura, Moskova 1947, C. II, s. 641 (Rusça).

[16] D. Laerce, Vie, doctrines et sentences des philosophes illustres, s.

193.

[17] K. Marx ve F. Engels, İlk Yapıtlardan, Moskova 1965, s. 131 (Rusça).

 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült