(Uzaktaki Bir Dosta Mektup)
ONCA YILLIK sessizlikten sonra, bir zamanlar bizim olan ve artık hiç kimsenin olmayan o ülkeden, size uğramamı, oturma ve gezme şansına sahip olduğumu söylediğiniz bu "harika" dünyayı ayrıntılı bir şekilde nakletmem için sıkıştırıyorsunuz beni. Size, uğraşsız bir insan olduğumu ve bu dünyanın hiç de harika olmadığını söyleyebilirim. Ancak bu kadar kısa ve özlü bir cevap, bütün kesinliğine karşın, ne merakınızı yatıştırabilir ne de bana sorduğunuz muhtelif sorulara karşılık olabilir. Neredeyse sitemi andıran bir sorunuz beni bilhassa şaşırttı. Bir gün kendi dilimize dönme niyetinde olup olmadığımı, ya da, elimde olmayan ve asla elime geçmeyecek bir kolaylıkla kullandığımı zannettiğiniz diğer dile sadık kalmayı dileyip dilemediğimi öğrenmek istiyorsunuz. Bu ödünç alınmış ağızla; bütün o düşünülmüş ve tekrar düşünülmüş, namevcutlaşacak kadar ustaca inceltilmiş, nüansın zulmü altında beli bükülmüş, her şeyi ifade etmiş olduğundan ifadesiz kalmış, kesinliğiyle ürkütücü, yorgunluk ve edep yüklü, kabalık derecesinde ketum sözcüklerle ilişkilerimin hikayesini size ayrıntılarıyla anlatmak, bir kabus metnine girişmek olur. Bir İskit’in bu sözcüklere alışmasını, açık anlamlarını kavramasını, onları titizlik ve dürüstlükle kullanmasını nasıl beklersiniz? Bitkin zarafeti başımı döndürmeyen tek bir sözcük bile yok: Onlarda artık ne toprak, ne kan, ne de can izi var.
Kadavra katılığı ve ağırbaşlılığında bir sözdizimi bu sözcükleri sıkıştırıyor ve Tanrı'nın bile çıkartamayacağı bir yer saptıyor onlara. Bana göre fazla asil, fazla seçkin olan bu yanına yanaşılmaz dilde az da olsa düzgün bir cümle yazmak için, ne biçim bir sözlük, sigara, kahve tüketimi gerekir! Maalesef iş olup bittikten sonra ve artık yüz çevirmem için çok geç olduğunda farkına vardım bunun; yoksa tazelik ve çürümüşlük kokusunu, güneş ve tezek karışımını, nostaljik çirkinliğini ve muhteşem hırpaniliğini bazen hasretle aradığım bizim dili bırakmış olmazdım. Artık istesem de dönemem; benimsemem gereken dil, bizzat bedeli olarak çektiğim zahmetlerden ötürü tutuyor beni ve boyun eğdiriyor. Demeye getirdiğiniz gibi bir "dönek" miyim? Bir Tibet metninde, "Vatan, çölde bir konaklama yelidir sadece," denir. Ben o kadar uzağa gitmeyeceğim: Çocukluğumun manzarası için dünyanın bütün manzaralarını verirdim. Ayrıca eklemem gerekir ki, çocukluğumu bir cennete dönüştürüyorsam, bunun tek sorumlusu hafızamın sakatlıkları ve gözbağcılığıdır. Kökenimiz hepimizin peşinde; benimkinin bende uyandırdığı hisler, tercümesini ille de olumsuz terimlerde; kendini cezalandırmanın, üstlenilmiş ve açığa vurulmuş aşağılanmanın, felakete rıza göstermenin dilinde buluyor. Böyle bir vatanseverlik psikiyatrinin alanına mı girer? Kabul ediyorum, fakat başka bir türünü de düşünemiyorum ve alınyazılarınız göz önünde tutulursa niçin sizden saklayayım? bana tek makulü gibi görünüyor.
Siz benden daha talihli çıktınız., doğduğumuz toprağa tevekkül ettiniz; üstelik, en katıları da dahil olmak üzere tüm rejimlere tahammül etme melekeniz var. Hiç fantezi ve düzensizlik özleminiz olmadığından değil, fakat "demokrasinin batıl inançlarına kafası sizinki kadar ters düşen birisini de tanımıyorum. Bir zamanlar bunlardan sizin kadar, hatta belki daha da fazla tiksindiğini doğru: Gençtim ve ne kendininkilerden başka doğruları kabullenebiliyordu, ne de rakibime kendi doğrularına sahip olma, bunlardan yarar sağlama ya da bunları dayatma hakkını teslim edebiliyordum. Tarafların birbirini yok etmeden karşı karşıya gelebilmesini benim izanım almıyordu. Tür'ün Ayıbı, tutkusuz, inançsız, mutlağa elverişsiz, gelecekten yoksun, her noktada dar kafalı, bana bir tartışmanın amacının karşıdakinin tuz buz edilmesi olduğunu öğreten o yüce bilgeliğe erişemeyen, kanı çekilmiş bir insanlığın simgesi böyle bakıyordum parlamenter rejime. Buna kadılık onu bertaraf edip yerine geçmek isteyen sistemler, o zaman taptığını Yaşam hareketine uygun, istisnasız bir şekilde güzel görünüyorlardı bana. Otuzundan önce hiçbir aşırılık biçiminin büyüsüne kapılmamış birine hayran mı olmalıyım, horgörmeli miyim onu; bir aziz mi, yoksa bir kadavra olarak mı değerlendirmeliyim, bilmiyorum. Biyolojik kaynak noksanlığı yüzünden, zamanını aşmış ya da onun altında kalmış olmaz mı? Olumlu veya olumsuz eksiklik... ne önemi var? Yok etmenin ne arzusu ne de iradesi vardır onda, şüpheli biridir; iblisin hakkından gelmiştir, ya da daha vahimi, ona hiç teslim olmamıştır. Hakikaten yaşamak ötekileri reddetmektir; onları kabullenmek için, vazgeçmeyi, kendine şedit davranmayı, kendi tabiatına karşı hareket etmeyi, güçten düşmeyi bilmek gerekir; özgürlüğü ancak kendimiz için kavrarız; onu yakınlarına yayabilmek, kişiyi helak eden çabalar karşılığında olur ancak. İçgüdülerimize karşı bir meydan okuma, kısa ve mucizevi bir başarı, derin icaplarınızın ki kutbundaki bir istisna hali olan liberalizmin eğretiliği buradan gelir. Ona doğal olarak yatkın değilizdir: Sadece kuvvetimizin yıpranması bizi liberalizme açık kılar, Bir tarafta yücelmek için öte tarafta bozulmak zorunda olan ve erken yaşta çökmediği takdirde hiçbir temsilcisi kendini "insani" ilkelere uydurmayan bir soyun sefaleti. Sönmüş bir ateşin, bir dengesizliğin, enerji fazlası değil de noksanlığının sonucu olan hoşgörü, gençlere cazip gelemez. Siyasi mücadelelere zarara uğramadan karışılamaz; çağımız, kanlı görüntüsünü o ilkelerin tabulaştırılmasına borçludur: Yakın geçmişteki sarsıntılar o ilkelerden, onların bir yanılgıyla çiftleşmesi ve bu yanılgıyı kolayca fiiliyata dökmesinden doğmuştur. Bir katliam ümidi ya da fırsatı verin gençlere; sizi körlemesine izleyeceklerdir. Ergenlikten çıkarken, tam tamına fanatiğizdir; ben de öyleydim, hem de gülünçlük derecesinde. Kundakçılık heveslerimi dillendirdiğim zamanlan hatırlarsınız; rezalet çıkarma düşkünlüğünden ziyade, sözel çılgınlık kaçamağı olmasa beni helak edecek bir ateşten kurtulma ihtiyacıydı bu. Toplumumuzun dertlerinin yaşlılardan geldiğine inanıyordum; onu geçen her bireyin ulusa karşı bir hakaret ve ortak yaşam için bir yüke dönüştüğünü düşünmekten hoşlandığım, kireçlenme ve mumyalaşmanın başlangıcı olan kırk yaş dönemecini aşmış bütün yurttaşların tasfiye edilmesi fikrini ortaya atmıştım. Bu tasarı bana o kadar hayranlık verici gelmişti ki, dillendirmekten kaçınmadım; sözlerimin hedeflediği kişiler tasarımın kapsamını pek takdir etmediler ve bana yamyam muamelesi yaptılar: Halkın velinimeti kariyerim elverişsiz koşullarda başlıyordu. Siz bile, o kadar cömert, eşref saatinizde de o kadar girişken olmanıza rağmen, ihtiyatlılığınız ve itirazlarınızla beni tasarımdan vazgeçmeye sürüklemiştiniz. Tasarım kınanabilir miydi? Ülkesine bağlı her insanın ta yüreğinden dilediği şeyi ifade ediyordu sadece: Vatandaşlarının yansının yok edilmesi.
O coşku ve hiddet anlarını, zihnimi kasıp kavuran ve bulandıran o anlamsız tasavvurları düşündüğümde, artık onları insanseverlik ve yok etme düşlerine, veya bilmem hangi saflık takıntısına değil, ateşlilik maskesi ardına saklanarak benimle omuz omuza saf tutan ve niceleri gibi yavanlıkla korkunçluk arasında seçim yapmak zorunda bırakmadığı için bayıla bayıla suç ortağı olduğum hayvani bir hüzne bağlıyorum. Benim payıma korkunçluk düştüğüne göre, bundan iyi ne arzulayabilirdim? Bir kurt duyarlılığındaydım ve yırtıcılığım içimde kendi kendine beslenerek beni tatmin ediyor, pohpohluyordu: Netice itibarıyla, kurtadamların en mutlusuydum. Hem zafere ulaşmayı çok istiyor, hem de aynı hareketle uzaklaşıyordum ondan: Ele geçtikten sonra ne değeri kalır ki diyordum kendime; bizi sadece şimdinin ve geleceğin nesillerine bildirdiğine ve zorla kabul ettirdiğine, geçmişimizden de dışladığına göre... Tanınmış olmanın ne hayrı var? Filanca bilge ya da falanca çılgın, bir Marcus Aurelius ya da bir Neron bizi tanımadıktan sonra... Nice ilahımızın gözünde hiçbir zaman var olmuş olmayacağız, adımız kendimizden önceki yüzyılların hiçbirini allak bullak etmeyecek; sonradan geleceklerin de ne önemi var? Ebediyet delisi için, geleceğin, zamanın o yarısının ne önemi var?
Onca taşkınlıktan hangi tartışmalarla ve nasıl kurtulduğumu anlatmayacağım size. çok uzun sürerdi bu; sırrına Balkanlar’ın vakıf olduğu veya daha ziyade eskiden Balkanlar’da bilinen o bitmek bilmez sohbetlerden biri gerekirdi bunun için. Girdiğim tartışmalar ne olmuş olursa olsun, yön değiştirmemin tek sebebi olmaktan uzaktırlar; asıl daha tabii ve daha üzüntü verici bir olgunun çok katkısı oldu: Aldatmayan belirtileriyle gelen yaşın. Gitgide daha fazla hoşgörü işareti vermeye başlamıştım; içsel bir altüst oluşun, devasız olması kuvvetle muhtemel bir derdin habercisiydi bu işaretler. Paniğimi en çok artıran şey de, artık bir düşmanımın ölümünü temenni etme gücümün olmamasıydı; tam aksine, anlıyordum onu, hıncını kendiminkiyle karşılaştırıyordum: Vardı o; rezaletin daniskası da onun var olmasından memnun olmamdı. Taşkın sevinçlerimin kaynağı olan nefretlerim günden güne yatışıyor ve cılızlaşıyordu; giderken de içimdeki en iyi şeyleri beraberinde götürüyordu. "Ne yapmalı? Nasıl bir uçuruma düşeceğim?" diye soruyordum durmadan kendime. Enerjimin azalması ölçüsünde hoşgörü eğilimim kuvvetleniyordu. Artık genç olmadığım muhakkaktı: Öteki, anlaşılır, hatta gerçek görünüyordu bana. Yeganelik'e ve onun mülküne veda ediyordum; bilgelik çekiyordu beni: Ben bitmiş miydim? Samimi bir demokrat olabilmek için, öyle olmak gerek. Büyük bir sevinçle, durumumun tam tamına öyle olmadığının; fanatizmin birkaç izini, birkaç gençlik kırıntısını muhafaza ettiğimin farkına vardım: Yeni ilkelerimin tekinden bile taviz vermiyordum; iflah olmaz bir liberaldim. Hala öyleyim. Beni kurtaran saçmalık, hayırlı bir aykırılık. Bazen mükemmel bir ılımlılık örneği arzetmeye hevesleniyorum: Aynı zamanda da bunu yapamadığıma seviniyorum; bunamaktan o kadar çekiniyorum. Artık bunamaktan korkmayıp, bazen hayal ettiğim o ideal dengeye yaklaşacağım an da gelecek. Seneler sizi de, umduğum gibi, benimkine benzer bir tepetaklak düşüşe sürüklerse, belki yüzyılın sonuna doğru, orada, tekrar diriltilmiş bir parlamentoda yan yana müzakerelere gireriz; ikimizin de tiridi çıkmış bir halde, kesintisiz bir peri masalında hazır bulunuruz. Kuvvetten düştüğümüz ölçüde, uslu uslu çocukluk içine yuvarlandığımız, başkalarını sevgi veya nefret yoluyla rahatsız etmeye halimiz kalmadığı zaman hoşgörülü biri oluruz ancak.
Gördüğünüz gibi, tüm şeylere "geniş açıdan" yaklaşıyorum. Açılar o kadar genişlediler ki, hangi mesele nazarında hangi konumda olduğumdan haberim yok. Bunun hakkında bir hükme bizzat varacaksınızdır. Bana sorduğunuz, "Batımızdaki küçük komşumuza karşı önyargılarınızda ısrar ediyor musunuz? Ona karşı hala aynı hıncı besliyor musunuz?” sorusuna ne cevap vereceğimi bilemiyorum; sizi olsa olsa şaşırtırım veya hayal kırıklığına uğratırım. Anlarsınız ya, siz ve ben aynı Macaristan tecrübesini yaşamamışız zira.
Karpatlar'ın ötesinde doğmuş olduğunuz için, siz, benim Transilvanya'da geçen çocukluğumun terörü olan Macar jandarmasını bilemezdiniz. Uzaktan bir tanesini gördüğümde, paniğe kapılır ve kaçmaya başlardım: Yabancıydı o, düşmandı. Nefret etmek, ondan nefret etmek demekti. O jandarma yüzünden, bütün Macarlar karşısında hakiki bir Magyar tutkusuyla tüylerim diken diken oluyordu. Varın siz takdir edin beni ne kadar ilgilendirdiklerini. Daha sonra, şartlar değiştiğinde, arlık onlara kızmam için bir sebep kalmamıştı. Ama yine de uzun zaman boyunca, bir baskıcıyı gözümün önüne getirmem için onların kusur ve meziyetlerini kafamda canlandırmam gerekti. Kim başkaldırır? Kim ayaklanır? Köle nadiren yapar bunu; başkaldıran, neredeyse daima, köle haline gelmiş baskıcıdır. Macarlar zorbalığı yakinen bilirler, çünkü onu mukayese kaldırmayacak bir ustalıkla icra etmişlerdir: Eski monarşinin azınlıkları buna tanıklık edebilirlerdi. Macarlar geçmişlerinde efendi rolünü o kadar iyi oynamışlardır ki, bu devirde, köleliğe tahammül etmeye Orta Avrupa'nın bütün uluslarından daha az hazırdırlar. Buyurmanın zevkini tatmışlarsa, özgürlüğün de tadını bilmemeleri mümkün müdür? Zulüm geleneklerinden aldıkları kuvvetle, kullaştırma ve hoşgörüsüzlük mekanizmaları hakkındaki bilgileriyle, kendilerinin başka halklara reva gördükleri rejimi andırmadığı da söylenemeyecek bir rejime karşı ayaklandılar. Ama bizim, sevgili dostum, şimdiye kadar baskıcı olma şansını bulamadığımız için başkaldırına şansımız da yoktu. Bu çifte mutluluktan mahrum bir halde, zincirlerimizi kuralınca taşıyoruz. Ayrıca ağırbaşlılığımızın faziletini ve esaretimizdeki asaleti inkar etmeye pek hakkım olmazdı; bununla birlikte, tevazumuzdaki aşırılıkların bizi endişe verici uçlara sürüklediğini de kabul ediyorum. Bunca bilgelik haddini aşıyor; o kadar ölçüsüz ki bazen cesaretimi kırmıyor değil. Komşularımızın küstahlığını kıskandığımı itiraf ediyorum. Alabildiğine yırtıcı, güçlü ve çok sert bir başka alemin seslerini taşıyan; insani hiçbir tarafı olmayan bir güzellikte; duayı, kükremeyi ve hıçkırığı andıran; içinden çıktığı cehennemin vurgusunu ve parıltısını daim kılan dillerini dahi kıskanıyorum. Sadece küfürlerini bilmeme rağmen, son derece hoşuma gidiyor, işitmeye doyamıyorum, büyülüyor ve donduruyor beni; cazibesi ve dehşeti, can çekişmenin icaplarına öylesine uyan usare ve siyanür dolu o sözcükleri karşısında boyun eğiyorum. İnsan son nefesini Macarca vermelidirya da ölmekten vazgeçmelidir.
Eski efendilerimden gitgide daha az nefret ettiğim muhakkak. Bu konu üzerine daha fazla kafa yorulduğunda görülür ki, bizzat ihtişam devirlerinde, Avrupa'nın ortasında hep yalnızdılar; öteki uluslarla derin yakınlıklar kurmadan, kibirleri ve pişmanlıktan içinde tecrit olmuşlardı. Batı'ya birkaç akın yaparak ilkel vahşetlerini sergileyip heba ettikten sonra, yozlaşarak yerleşikleşen fatihler gibi Tuna kıyılarına çekildiler ve orada, içgüdülerini tüketmek için ezgiler söylemeye, ağıtlar yakmaya koyuldular. O incelik dolu Hunlar'da, başka kimsede eşdeğeri bulunamayacak, içe atılmış zalimlikten gelen bir melankoli var: Kendini düşlemeye koyulmuş kan da denebilir buna. Sonunda melodiye dönüşecektir. Kendi özlerine yakın; uygarlığa yakalanmış, hatta onun damgasını yemiş benzersiz bir güruhun soyundan geldiklerinin bilincinde oldukları ve kendilerine trajikten ziyade romantik bir endam veren hem derin hem tiyatrovari bir kendini beğenmişliğin izini taşıdıkları için, modem dünyada Üzerlerine düşen görevden kaçamazlardı: Külyutmaz gözlemcinin gözüne daha renkli görünsün diye yeterince görkemli ve mukadder bir hale getirdikleri şovenizme tekrar itibar kazandırma görevi. Meziyetlerini kabul etmeye bu kadar meyilli olmamın nedeni, aşağılanmanın en beterini bana onların yaşatmış olmasıdır: Serf olarak doğma utancını ve bir ahlakçıya göre en tahammül edilmez. şey olan o "utanç acıları"nı. Sizi hiçe sayan, kepaze eden ve hırpalayanlar karşısında yansızlık çabası göstererekten alınan hazzı siz de yaşamadınız mı? Hele bir de, zaaflarını ve çilelerini gizliden gizliye benimsiyorsak... Sakın bu dediğimden, Magyar mertebesine terfi etme temennisinde bulunduğumu çıkarsamayım Böylesi bir kasıntılık benim ne haddime: Sınırlarımı biliyorum ve orada kalmaya niyetliyim. Öte yandan, komşumuzun sınırlarını da biliyorum; onun bende yarattığı coşkunun bir nebze azalması bile, zulmederek bana bahşettiği onurdan artık hiçbir böbürlenme payı çıkaramamama yetiyor.
Halklar, bireylerden de fazla çelişik duygular uyandırırlar bizde; onları severiz, aynı zamanda da nefret ederiz. Bağlanma ve hınç nesnesi olduklarından, kendilerine belli bir tutku beslenmesine layık değildirler. Kusurlarını açık olarak pek ayırt etmediğiniz Batı halkları konusundaki tarafgirliğinizin sebebi uzaklığınızdır: Optik yanılgı veya ulaşılamayana duyulan özlem. Burjuva toplumunun gediklerini de ayırt edemiyorsunuz; hatta ona bir nebze teşne olmanızdan dahi kuşkulanıyorum. Uzaktan gözünüzü kamaştırmasından daha tabii bir şey olamaz: Bu toplumu yakından tanıdığını için, görevini, onun hakkında besleyebileceğiniz yanılsamalarla savaşmaktır. Hiçbir şekilde hoşuma gitmediğinden değil berbatlığa zaafımı bilirsiniz fakat kendisine katlanılabilmesi için talep ettiği duyarsızlık israfını benim kinizm kaynaklanın kaldırmıyor. Burada adaletsizliklerin dolup taştığını söylemek az kalır: Asrında adaletsizliğin özüdür bu toplum. Sergilediği nimetlerden, gurur duyduğu o bereketten bir tek avareler, asalaklar, rezillik uzmanları, irili ufaklı itler istifade etmektedir: Yüzeyde bir nefaset bolluğu. Teşhir ettiği panltıların ardında gizlenen perişanlık dünyasının teferruatından muaf tutacağım sizi. Bir mucizenin müdahalesi dışında, bu toplumun gözümüzün önünde toz duman olmaması, ya da anında havaya uçurulmaması nasıl açıklanabilir ki?
"Bizimki de bundan matah değil. Aksine,” diye itiraz edeceksiniz bana. Kabul ediyorum. Zaten işin püf noktası da burada. Hoşgörülemeyecek iki toplum cinsiyle karşı karşıyayız. Vahini olan şey de, sizinkindeki suiistimallerin buradakine kendi suiistimallerini pekiştirme; kendi rezilliklerini sizin orada işlenenlere karşı başarıyla çıkarma fırsatı vermesi. Sizin rejiminize edilebilecek sitemlerin en büyüğü, kurumların ve halkların kendilerini yenileme ilkesi olan ütopyayı mahvetmiş olmasıdır. Burjuvazi, statüko muhaliflerine karşı bundan nasıl yararlanabileceğini anlamıştır; onu kurtaran ve aniden yıkılmaktan koruyan "mucize" de, tam olarak öteki tarafın başarısızlığıdır, büyük bir fikrin tanınmaz hale gelmiş olmasıdır; bunun yol açtığı hayal kırıklığının kafalarda yer ederek felce neden olmasıdır. Hakikaten umulmadık bir hayal kırıklığıdır bu; bununla geçinen ve emniyetini sağlayan burjuvaya gökten gelen bir destektir. Şimdiki dertlerle gelecek dertler arasında tercih yapmaktan başka bir şansları olmadığında, kitleler harekete geçmezler. Çektiklerine tevekkül ederler; kendilerini, bilinmedik ama geleceği kesin başka dertlerle riske sokmazlar. Öngörülebilir çileler muhayyileleri tahrik etmez; karanlık bir gelecek veya buruk bir kehanet adına bir devrimin patlak verdiği de görülmemiştir. Zaafları ve eşitsizlikleri nedeniyle yeni toplumun eski topluma ayakta kalma, hatta kendini sağlamlaştırma fırsatı vereceğini; mümkünün, gerçeklik haline geldiğinde, miadını doldurmuşun yardımına koşacağını, geçen yüzyılda kim tahmin edebilirdi?
Siz orada biz burada hepimiz ölü bir noktaya gelip dayanmış durumdayız; gelecek üzerine saçmalar kotarılan o safdillikten eşit derecede mahrumuz. Zamanla, ütopyasız yaşam soluk alınmaz bir hale geliyor, en azından yığın için bu böyle: Dünyaya yeni bir sayıklama lazım, aksi takdirde hareketsiz kalıp taşlaşacak. Şimdiki zamanın tahlilinden çıkan yegane bariz gerçek bu. Bu arada, biz buradakilerin durumu da epey merak uyandırmaktan eksik kalmaz. Bir toplum tahayyül edin ki şüphelerle dolu; birkaç kaçık dışında kimse hiçbir şeyi bütünüyle benimsemez; batıl inançlardan ve kesinliklerden arınmış; herkes özgürlük taraftarı olduğunu söyler, özgürlüğü koruyan ve ona vücut veren hükümet biçimine de hiç kimse saygı duymaz. Kapsamsız idealler, veyahut, saflığını en az bunun kadar yitirmiş bir sözcük kullanacak olursak, cevheri kalmamış mitoslar. Siz, yerine getirilmesi mümkün olmayan vaatlerin hayal kırıklığını yaşıyorsunuz; bizse düpedüz vaat noksanlığının... Hiç değilse biz, hiçbir zorunluluğa boyun eğdirmeden zekanın keyfince açılmasına şimdilik ses çıkarmayan bir rejimin sağladığı avantajın bilincindeyiz. Burjuva hiçbir şeye inanmaz, bu bir olgudur; ama tabir caizse hiçliğinin olumlu tarafı da buradadır, zira özgürlük ancak inanç boşluğunda, yasaların bir varsayımdan fazla otoriteye sahip olmadığı yerde kendini gösterebilir. Burjuvanın yine de bir şeye inandığı, paranın onun için bir dogma işlevi gördüğü söylenerek bana karşı çıkılırsa, dogmaların bu en berbatının, ne kadar tuhaf gelirse gelsin, zihnin en çok katlanabildiği dogma olduğu cevabını verirdim. Bize karşılığında kendi tarzımızda açlıktan ölme serbestliğini verirlerse ötekilerin zenginliğini affederiz. Yok, sizinle ilgilenmeyen, tek başınıza bırakan, ona saldırına hakkınızı temin eden, sizi buna davet eden, hatta kendi kendine lanet okumak için yeterince enerjisi olmadığı tembellik anlarında sizi buna mecbur eden bu toplum o kadar da kötü değil. Son tahlilde, kendi akıbetine karşı da sizinkine karşı olduğu kadar ilgisiz; mutsuzluklarınızı hiçbir şekilde gaspetmek, yumuşatmak ya da vahimleştirerek istemez; sizi sömürüyorsa da, tıpkı kurbanları kadar kuşkuculuk bulaşmış bıkkın ve bezgin zorbalara yakışır bir şekilde, taammüden ya da kötülük niyetiyle değil otomatik olarak yapar bunu. Rejimler arasındaki farklılık, göründüğünden azdır; siz zoraki yalnızsınız, biz dayatmasız yalnızız. Cehennem ile hazin bir cennet arasındaki mesafe o kadar mı büyüktür? Bütün toplumlar kötüdür; ama bunun dereceleri olduğunu kabul ediyorum. Eğer bu toplumu seçtiysem, beterin nüanslarını ayırt etmeyi bilincindendir.
Özgürlük diyordum, kendini gösterebilmek için boşluk icap ettirir; bunu talep eder ve buna boyun eğer. Özgürlüğü belirleyen koşul, tam da onu ortadan kaldıran koşuldur. Dayanak noksanlığı çekmektedir: Ne kadar tamam olursa o kadar temelsizleşecektir, zira her şey onu tehdit eder, içinden çıktığı ilke dahi. İnsanın yapısı, özgürlüğü kaldırmaya veya onu hak etmeye o derece müsait değildir ki, bizzat özgürlüğün ona sağladığı yararlar altında ezilir. Sonunda özgürlük öyle bir yük haline gelir ki, insan özgürlüğün yol açtığı aşırılıklar yerine terörün aşırılıklarını tercih eder. Bu sakıncalara başkaları da eklenir: Liberal toplum "esrar"ı, "mutlak'ı ve "düzen"i tasfiye etti; gerçek bir kamu düzeni kadar gerçek metafiziği de kalmadığından, bireyi birey yapan derinliğinden uzaklaştırarak kendi başına bıraktı. Kendi içinde kırılgan olan özgürlüğün köklerinin zayıf olması, özünde yüzeysel olması, hem içten hem dıştan tehdit eden tehlikeleri allatmak ve ayakta kalmak için hiçbir yolu olmamasındandır. Üstelik ancak bir sınıfın inişe geçtiği ve eridiği anda, bitmekte olan bir rejim sayesinde ortaya çıkar: 18. yüzyılın harikulade bir şekilde saçmalamasını aristokrasinin zayıflıkları mümkün kılmıştır; bizim bugün delice heveslere kapılmamıza imkan veren de burjuvazinin zayıflıktandır. Özgürlükler ancak hasta bir toplumsal bünyede serpilip gelişir; Hoşgörü ve güçsüzlük eşanlamlıdır. Her şeyde olduğu gibi, siyasette de besbellidir bu. Bu hakikati sezinlediğimde ayağımın altındaki toprak kaymıştı. Şimdi bile hala, "bir özgür insanlar toplumunun üyesisin," diye istediğim kadar söyleneyim, bundan duyduğum kibirle beraber, o korkunç inancımdan gelen bir ürküntü ve boşunalık duygusu var hep. Bütün çağlar boyunca, özgürlük, bir mistiğin hayatındaki vecd anlarından fazla bir yer tutmaz. Onu kavrayıp dile getirmeyi denediğimiz anda elimizden kaçar: Hiç kimse sarsıntıya uğramadan yararlanamaz ondan. Ümitsiz bir şekilde ölümcüldür, kurulur kurulmaz önkoşul olarak gelecekten yoksunluğunu koyar ortaya ve tüm harap olmuş kuvvetleriyle kendi kendisinin yadsınması ve can çekişmesi yönünde çalışır. Özgürlük sevgimizde bazı kötü eğilimler yok mudur? Sürüp gitmeyi ne isteyen, ne de becerebilen bir şeye tapınmak da ürkütücü değil midir? Artık özgür olmayan sizler için o her şeydir; özgürlüğe sahip olan bizler içinse yanılsamadan başka bir şey değildir, çünkü onu kaybedeceğimizi, zaten onun da kaybedilmek için yaratılmış olduğunu biliriz. Böylece, hiçliğimizin ortasında, kendi içimizde bulunan selamet imkanlarını yine de ihmal etmeden dört bir yana bakınırız. Zaten tarihte de mükemmel hiçlik yoktur. İçine sürüklendiğimiz, size açma zevkini ve mutsuzluğunu yaşadığım o benzersiz yoklukta hiçbir şeyin belirmediğini düşünürseniz haksızlık etmiş olursunuz; burada önsezi mi yoksa sayıklama mı başka tanrılar beklentisi gibi bir şey seçiyorum. Peki hangi tanrılar? Bu soruya kimse cevap veremez. Benim bildiğim, herkesin bildiği şey, içinde bulunduğumuza benzer bir duruma sonsuza dek tahammül edilemeyeceğidir. Vicdanlarımızın en derinlerindeki bir ümit bize işkence ediyor, bir kavrayış bizi coşkulandırıyor. Yaşlı uluslar, ne kadar çürümüş olurlarsa olsunlar, ölüme razı olmadıkları takdirde yeni ilahlardan muaf kalamazlar. Batı eğer durumu ümitsiz değilse, kendinden çalınan ve başka yerlerde yapay bir şekilde uygulanan bütün fikirlerini tekrar düşünmek zorundadır: Eğer bir sıçrama yaparak veya bir onur kalıntısı işareti vererek kendini göstermek istiyorsa, dehasını ve misyonunu yitirip rahatlık ihtiyacı yüzünden başkalarının eline bıraktığı ütopyaları tekrar ele almak gibi bir görev düşmektedir üzerine. Komünizmi uygulamaya koymak, geleneklerine göre ayarlamak, insanileştirmek, serbestleştirmek ve sonrada dünyaya önermek onun görevi olmuş olmasına rağmen, gerçekleştirilemez olanı gerçekleştirme ve modernliğin en güzel yanılsamasından güç ve itibar edinme imtiyazını Doğuya bırakmıştır. İdeolojiler çatışmasında, pısırık ve zararsız olduğu çıkmıştır ortaya; bundan ötürü kimileri onu kutlar, oysa kınamak gerekir, çünkü bizim devrimizde erkeksi halkların içgüdü ve maksatlarını gizlemek için kullandıkları yüce yalancı ilkelerin desteği olmadan hegemonya kurmak pek mümkün değildir. Fikir için gerçekliği, ideoloji için de fikri bırakmış olduğundan, insan, çarpılmış bir evrene, kurgunun temel bir veri olma faziletini kazandığı bir yan ürünler dünyasına doğru kaymıştır. Bu kayma, Batı’daki bütün isyanların ve bütün din sapkınlıklarının ürünüdür; bununla birlikte Batı, bundan ders alamamakladır: Ne üzerine düşen ve bütün geçmişinin gerektirdiği devrimi yapmış, ne de öncüsü olduğu altüst oluşların sonuna kadar gitmiştir. Kendi mirasını düşmanlarına kaptırırken, meselesinin hallini tehlikeye atmakta ve çok büyük bir fırsatı kaçırmaktadır. Kendini yetiştiriliş ve biçimlendiriliş olan bütün o öncülere, Luther'den Marx'a kadar bütün o ayrılıkçılara ihanet etmiş olmakla da yetinmeyip, ha!a dışarıdan birilerinin gelip onun devrimini yapacağını ve ona ütopyalarıyla rüyalarını geri vereceğini zannetmektedir. Yalnızca hem eski rüyalarını ve eski ütopyalarını, hem de eski kibrinin yalanlarını kendi içinde bulduğu takdirde bir siyasi kaderinin ve oynayacak bir rolünün olacağını anlayacak mıdır sonunda? Şu an için, onun kaçtığı görevin kuramcıları haline gelmiş olan rakipleri, onun utangaçlığı ve bezginliği üzerinde kendi imparatorluklarını kurmaktadırlar. Atılımının sonunda sadece, İtalya'dan Fransa'ya, İngiltere'den Almanya'ya kadar her yerde rastlanan şu işadamları, şu bakkallar, boş bakışlı ve körelmiş tebessümlü şu dalavereciler dışında bir şey çıkaramaması hangi lanetin sonucudur? Bu kadar ince ve bu kadar karmaşık bir uygarlık, şu ciğeri beş para etmezler takımıyla mı son bulmalıydı? Belki de başka bir insan türü hayal edebilmek için bu iğrençliği yaşamak gerekliydi. İyi bir liberal olarak, ne öfkemi hoşgörüsüzlüğe vardırmak, ne de asabımı bozmak istiyorum; oysa cömertliğimizi kefil gösteren ilkeleri çiğneyebilmek hepimize tatlı gelirdi. Bu dünyanın hiç de harikulade olmadığına; kendini yıkmaya değil de (buna çok fazla meyillidir), onu tanınmaz hale getiren ve mahveden o çirkin sağduyuya karşı kendi kendine imkansız görevler dayatarak atıklarını tasfiye etmeye razı olsa, harikulade bir bale gelebileceğine dikkatinizi çekmek istiyordum sadece.
Bu dünyanın bende uyandırdığı hisler, kendi ülkeme karşı, Macaristan'a, veya teklifsiz yakınlığını sizin benden ala takdir edebileceğiniz büyük komşumuza karşı duyduklarımdan daha az karmaşık değil. Komşumuz üzerine ölçüsüzlük derecesindeki iyi ve kötü düşüncelerimi, alınyazısı üzerine kafa yorduğumda içimde uyandırdığı izlenimleri, inandığımı yitirmeden nasıl söyleyeyim? Komşumuz hakkındaki düşüncenizi değiştirmek iddiasında değilim, benim için neyi temsil ettiğini ve saplantıların arasında ne gibi bir yer işgal ettiğini bilmenizi isterim sadece. Üzerine düşündükçe, onun yüzyıllar boyunca bir ulus gibi değil de, evrim anları tarihten ziyade karanlık ve dehşet verici bir evrenin doğumunu andıran bütün bir dünya gibi oluşmuş olduğunu görüyorum. Kaçık tanrıları andıran o çarlar, azizliğin ve cinayetin cazibesine kapılmış, dun ve dehşet içinde yığılıp kalmış o devler de, yakın geçmişte yerlerini alarak kökendeki usare ve bozulmayı zamanımızda sürdüren, bitmez tükenmez kaos rezervleriyle hepimizden baskın çıkan şu yeni tiranlar gibi, insani kansızlıktan ziyade toprağa bağlı bir canlılığa daha yakındılar. Taç giyseler de giymeseler de, onlar için önemli olan, uygarlığın üzerinden aşmak, gerekirse onu yutmaktı ve bu hep böyledir; bu harekat onların tabiatlarında kayıtlıydı, çünkü daima aynı takıntının acısını çekmektedirler: Düşlerimiz ve isyanlarımız üzerinde üstünlük kurmak, hayal kırıklıklarımız veya ürküntülerimiz kadar geniş bir imparatorluk oluşturmak. Düşüncelerini de fiiliyatını da yeryüzünün sınırlarında yer alma olgusu belirleyen böyle bir ulus, ne alışıldık ölçülerle değerlendirilebilir, ne de sıradan terimlerle ve anlaşılır bir dille açıklanabilir: Bunun için, umumi felçle zenginleşmiş bir gnostik ağzı gerekirdi. Kuşkusuz bu ulus, Rilke'nin de belirttiği gibi, Tanrı'yla sınırdaştır; maalesef bizim ülkemizle de sınırdaştır ve az çok yakın bir gelecekte birçok başka ülkeyle de sınırdaş olacaktır. Habis bir önsezi tarafından bana tebliğ olunan kesin uyanlara rağmen, herkesle sınırdaş olacaktır demeye cesaret edemiyorum. Nerede olursak olalım, coğrafi olarak değilse bile, içsel olarak kesinlikle dokunmaktadır bize. Ona karşı borçlarımı kabullenmeye herkesten fazla hazının: Onun yazarları olmasa, yaralarımın ve üzerime düşen görevin, kendimi yaralarımın eline bırakma görevinin bilincine varmış olur muydum? O ve yazarları olmasa, kendimden geçişlerimi heba etmez miydim? Karmakarışıklığını elden kaçırmaz mıydım? Beni onun hakkında tarafsız bir yargıda bulunmaya ve şükranımı belirtmeye iten bu eğilimin şu sıralar sizin hoşunuza gitmeyeceğinden çekiniyorum. Dolayısıyla, zamansız övgüleri bastırıyorum; içinde bastırıyorum onları ve orada serpilip gelişmeye mahkûm ediyorum.
Anlaşma ve ihtilaf noktalarımızı gözden geçirdiğimiz zamanlarda, benimsediğim ve lanet okuduğum şeyler hakkında tedbirsiz bir şekilde yargıda bulunma düşkünlüğümü; zorunlu olarak sahte kaçan ikili duygular taşımanı daha o zamandan kınıyordunuz ve bir yandan böylece sağladığım kolaylıkların altını çizerken, bunu benim hakiki bir tutku hissetme yeteneksizliğime bağlıyordunuz. Teşhisiniz yanlış değildi; bununla birlikte, kolaylıklar konusunda yanılıyordunuz. Hem taraftar ve aleyhtar olmaya tapan hem de bunların kurbanı olan bir kişi, öfkeleriyle arası bozuk olan bir öfkeli, nesnellik kaygısı duyan bir zırvacı olmanın o kadar hoş olduğunu mu sanıyorsunuz? Istırapsız olmaz bu: İçgüdüler itiraz eder; onlara rağmen ve onlara karşı, mutlak kararsızlığa doğru, vecd yaşayanların "hiçleşmenin son noktası” diye adlandırdıkları duruma doğru ilerlenir. Düşüncemin en ufak şey hakkındaki temelini bilmek için; sadece bir mesele hakkında değil, bir hiç hakkında da beyanda bulunmak için; zihnimin en büyük zaafının, bir virüs gibi bütün davaları benimseme ve aynı zamanda bırakma eğiliminin aksi yönünde konuşmam gerekir. Her yerde hazır bir virüs gibidir bu, açgözlülükle doygunluk arasında kalmıştır, hem zararlı hem iyi huylu bir etkendir, görmüş geçirmiş olduğu kadar da sabırsızdır, afetler karşısında kararsızdır, birini benimseyip o konuda uzmanlaşmayı beceremez, birinden diğerine aynın gözetmeksizin ve etki edemeden geçer, eşsiz bir sakardır, devasızlığı taşır ve berbat eder, hem kendinin hem başkalarının bütün dertlerine ihanet eder.
En büyük dileğim tavır alma, karar verme ve kendimi tanımlama fırsatını asla bulamamak. Ama asabımıza, o tohum halindeki tavırlara, o kuram müsveddelerine her zaman hakim olamayız. Sistemler oluşturma temayülü içimizde vardır, durmadan sistemler kurarız; özellikle de hepimizin içinde bulunan kötü filozofun ferahladığı, benimse uzaklaşmak istediğim, sahte meselelerin alanı olan. siyasette... Bundan uzak durmak istememin, gözümde bir vahiy mertebesine yükselen bariz ve alelade bir nedeni var: Siyaset sadece insanın etrafında döner. Varlıklardan aldığım keyfi yitirmiş olmakla birlikte, yine de şeylerden keyif almak için yırtınıyorum; onları benden ayıran mesafeye zoraki tabi olduğumdan, gölgeleri üzerinde çalışıyor ve kendimi tüketiyorum. Akıbetleriyle kafamı kurcalayan o uluslar da birer gölge; kendilerinden ziyade, şekli şemaili belli olmayan şeylerden, bütünlüklerden ve simgelerden öç alma bahanesi sağladıkları için böyle bu. Şiddeti seven uğraşsız insan, soyut bir cehenneme kapanarak hayat becerisini korur. Bireyi bir yana bırakır, isimlerden ve suratlardan kurtulur, belirsizliğe, genele yüklenir ve yok etmeye susamışlığını elle tutulamayana yönelterek yeni bir tarz tasarlar: Konusuz yergi.
Kaza veya isteri sonucunda akla gelen fikir kırıntılarına ve rüya benzeşimlerine yapışıp kalmışım; uygarlaşmışların ortasında da, hükümsüzlüğe vurgun, yıkıcı dualara dalmış, dünya görüşünden değil de tenin kasılmaları ve kanın karanlıklarından gelen bir paniğin eline düşmüş bir mağara adamı gibi, bir davetsiz misafir gibi beliriyorum; ama bunun nedeni bir katılık kaygısı falan değil. Latin berraklığının ve bulaşıcılığının dileklerine kapalı olduğumdan, damarlarımda Asya'nın dolaştığını hissediyorum: İtiraf edilemez bir halkın mı dölüyüm, yoksa vaktiyle capcanlı şimdiyse dilsiz bir ırkın mı sözcüsüyüm? Sık sık kendime başka bir soyağacı uydurmayı, ata değiştirmeyi; silik ve ölgün, sefalet dolu, çamurla iç içe ve yüzyılların küfürleri altında inleyen benimkilerin, bizimkilerin aksine kendi dönemlerinde ulusları mateme boğabilenler arasından bir tanesini seçmeyi çeker canım. Evet, böbürlenme krizlerimde, kendimi çapulculuğuyla ünlü bir sürünün artçısı, gönülden bir Turanlı, bozkırların meşru mirasçısı, Moğolların sonuncusu zannetmeye meylederim...
"Şanslarım", özellikle de bizim yitip gitmiş vatanımızda kök salmış olmanıza rağmen muhtemelen hatırası size musallat olan bir şehirde keyif çatabilmem karşısında heves ya da kıskançlık duymamanız uyansında bulunmadan bitirmek istemiyorum. Dünyada hiçbir yerle değişmeyeceğim bu şehir, tam da bu sebepten, mutsuzluklarımın kaynağıdır. Onun dışındaki her şey benim için eşdeğerde olduğundan, bazen savaşın onu esirgemiş olmasına ve nice başka kent gibi harap olmamasına hayıflanırım. Yıkılmış olsa, beni burada yaşama mutluluğundan kurtarmış olurdu; ömrümü başka yerde, herhangi bir kıtanın en ücra noktasında geçirebilirdim. Ne beni mekana bağlamış olmasını, ne de onun yüzünden bir yerli olmamı affedebileceğim. Ama yine de, zamanında Chamfort'un belirttiği gibi, bu şehrin sakinlerinin beşte dördünün "kederden öldükleri"ni bir an bile unutmuyorum. Sizi aydınlatmak için ekleyeyim ki, geri kalanlar, benim de içinde bulunduğum nadir imtiyazlılar bundan pek heyecanlanmıyorlar ve ne için öleceğini bilme avantajına sahip olan büyük çoğunluğa gıpta bile ediyorlar.