İbni Rüşd Ve Felsefesi
Mantık ve bilgi kuramı İbni
Rüşd mantıkta koyu bir Aristoteles takipçisidir. Ona göre mantık, duyulur
tikel varlıkların bilgisinden soyut gerçeklere doğru yükselme aracıdır.
İnsanda, yalın duyumlardan, muhayyile ürünlerinden derece derece akli
gerçeklere doğru yükselmeye bir eğilim ve istek (şevk) vardır. Bize mutlak
gerçeğin bilgisi verilmmişse de ona ulaşmamız için istek ve çabanın verilmiş
olması bundan daha sevindiricidir. Bu düşünce daha sonra, yaklaşık
ifadelerle, Alman düşünürü Lessing tarafından yinelenecektir.
İnsanın bilen öğesi onun «nefs» denilen ruhudur. Hayvanlar bilgiyi duyu ve
muhayyile yoluyla, insan ise akılla edinir. Böylece bilgiler ya duyularla ya
da akılla kazanılır; bunlardan ilkiyle ti kel bilgilere, ikincisiyle de
tümel bilgilere ulaşılır. İbni Rüşd’e göre gerçek bilgi tümel olandır.
Duyular ve muhayyile hayvanlarda korunma güdüsünün birer mekanizması olup
hayvanlar kendilerini savunmak ve güvenliklerini sağlamak için duyu ve
hayaller den yararlanırlar; bu da onların amacı bakımından yeterlidir. in
sana gelince, o daha üstün bir yeti olan akla sahip olduğu için duyumları ve
hayal ettikleri üzerinde düşünme olanağını elde etmiştir. Bu nedenle insan
ruhuna «nkık (düşünen) nefs» denilmiştir.
İbni Rüşd, insan bilgisinin tanrısal bilgiyle karıştırılmaması yolunda bir
uyarıda bulunur. «Çünkü, der, insan tikel nesneleri duyularla, tümel
nesneleriyse akılla algılar. Bu nedenle algılanan şey değiştikçe buna bağlı
olarak insanın algıları (dolayısıyla bilgisi) da değişikliğe uğrar ve
nesnelerin çokluğu algıların da çokluğu anlamına gelir.» Oysa Tanrı’nın
bilgisi bizimkine benzemez. Çünkü «bizim bilgimiz var olan şeylerin
etkisiyle oluşur; Tanrı’nın bilgisiyse var olanların nedeni» olduğundan
onlardan etkilenmez, tersine sürekli etkin durumda kalır. Yine aynı ne-denk
Tanrı’nın bilgisi ezeli, bizim bilgimizse sonludur.
Aklın eylemi, tümel kavramları ve özleri idrak etmekten ibarettir. Onun
bilme eylemi üç aşamalıdır: soyutlama (tecrit), birleştirme (terkip) ve
yargıya yarma (hüküm). Biz, bir bilgi nesnesini algıladığımızda onu maddeden
soyutlarız; sonra onu başka algılarımızla birleştiririz; son olarak da nesne
veya olay hakkında doğru veya yanlış bir yargıya varırız.
İbni Rüşd, her ne kadar haklı olarak, Farabi ve İbni Sina’nın yeniplatoncu
felsefeden aldıkları ve Aristoteles’e isnat ettikleri «doğuş» (sudur)
kuramının Aristoteles’le ilgisi bulunmadığını kesin bir dille ifade etmiş ve
böylece çok önemli bir tarihsel yanılgıyı düzeltmişse de, «Faal (etkin)
Akıl» denilen ve İslam filozoflarınca Cebrail olduğu düşünülen göksel
varlığa o da inanır. Bu anlayışa göre bizim kuramsal aklımızın işlevi bu
akılla bağlantı (itti. sal) kurmaktır. İnsan, yaşamı boyunca zihinsel
bakımdan geliştikçe Etkin Akılla ilişkisi de güçlenir. Ancak, İbni Rüşd’ün
bu görüşünden mistik bir sonuç çıkarılmamalıdır. Çünkü onda Etkin Akıl’la
bağlantı, insan aklının epistemolojik bir alanda işleyişi ve ilerleyişidir;
tasavvufta düşünüldüğünün tersine, bilgi eyleminde insan zihni sürekli etkin
durumdadır; yani ona bilgi verilmemekte, tersine o bilgiyi almaktadır.
İbni Rüşd, bütün İslam düşünürlerinden daha güçlü ve kararlı olarak,
insanların gerçek anlamda var oluşunun, bilimsel düzeylerinin gelişmiş
olmasıyla bağlantılı bulunduğuna inanır. Özellikle, Gazali’nin Filozofların
Tutarsızlıkları, (Tehâfütü’l-Felâsife) adlı eserine yazdığı karşı eleştiri
kitabı Tutursızlığın Tutarsızlığı, (Tehifütü’t Tehafüt) Gazali’nin, doğa
yasalarının zorunluluğunu reddeden görüşüne karşı çıkarak «duyulur
nesnelerde gözlenen temelli nedenlerin varlığını inkar etmek safsatadır;
bunları inkar eden kişi (Gazali), ya aklında olanı diliyle inkar ediyordur
(Gazali’nin iki yüzlü davrandığını söylemek istiyor) ya da safsatadan başka
bir şey olmayan bir kuşkuya kapılmıştır» diyordu.
Ancak, belirtmek gerekir ki, Gazali, doğa yasalarının zorunlu olmadığını
savunurken, gerçekte bunları inkar etmek istemiyordu; sadece bu yasaların
zorunluluklarının neden-sonuç ilişkisinden değil, Tanrı’nın iradesinden
ileri geldiğini söylüyordu. Yine de İbni Rüşd’ün düşüncesi bilime güveni öne
çıkarmak bakımından büyük önem taşır. 0, açıkça e akılsal kavrayış, olguları
ve nesneleri nedenleriyle birlikte algılamaktan başka bir şey değildir ve bu
işleviyle akıl kendisini öteki algı yeteneklerinden ayırmış olur. Öyleyse
nedenleri inkar eden aklı inkar etmiş olur» derken, bilimin evrensel
ilkesini ve temel dayanağını dile getiriyordu.
Ancak Gazali’nin, kendisinin de yanlış yorumlanmasına yol açan mistik
karizması karşısında, İbni Rüşd’ün böylesine akılcı ve bilimci açıklamaları
Akdeniz’in doğu ucunda yankı bulamadı. Oysa bu düşünceler, daha çok Yahudi
çevirmenler aracılığıyla, Akdeniz’in batısında, Pirenelerin ötesinde «İbni
Rüşdçülük» (Averroisme) adıyla kurumlaşarak akla ve bilime dayalı yeni bir
dünyanın kurulmasına öncülük edenlere yoğun bir ışık tutuyordu. Nitekim daha
XVIII. yy’da İbni Rüşd’ün 38 kitabından 15’i Arapça’dan Latince’ye çevrilmiş
bulunuyordu. Buna karşılık, aynı düşünürün, bir ölçüde Ebü’l-Berekat el
bağdadi (ö. 1164) dışında, bir izleyicisi olmadığı gibi İbn Teymiyye (ö.
1327» dışında ciddi bir eleştiricisi de yetişmemiştir. Yahudi çevirileri
İbni Rüşd etkisinin Batı’ya taşınmasının ilk aşamasıydı. Yahudilerle
Hıristiyanlar arasındaki kültürel yakınlık ve Batı Avrupa’da İbranice’nin
yaygın olarak bilinmesi nedeniyle, Raymond Martin (ö. 1254) Roger Bacon (ö.
1294) vb düşünürlerin durumunda görüldüğü gibi, genellikle Ibranice yoluyla
Arapça felsefi eserlerin Latince’ye çevrilmesi Xlll. yy başlarında ileri bir
düzeye ulaştı.
Varlık felsefesi
İslam dünyasinda Farabi ve lbni Sina önderliğinde sözde Aristotelesçi,
gerçekteyse büyük ölçüde yeniplatoncu felsefe hakim olmuştu. Aristoteles’in
özgün felsefesine ilk kez İbni Rüşd döndü. Filozofun Metafizik’e yazdığı
“Metafizik Özeti” adlı kısa şerhin başlıca amacı varlık ve onun bilgisine
ulaşmaktır. Kendisi de açıkça «Amacımız, Aristoteles’in Metafizik’inden,
onun varlık hakkındaki kuramsal düşüncesini öğrenmektir» der. Aristoteles
gibi İbni Rüşd de metafiziği kısaca “varlık bilgisi”olarak tanımlar. Fizik
tikel nesnelerin nedenleriyle uğraşırken metafizik bunların en yüksek
nedenlerini araştırır. Ona göre varlık bilgisi (yani metafizik), varlığın
nedenlerini ve ilkelerini açığa çıkarmayı amaçlayan bir bilgidir. Böylece
doğru bilgi varlığa uygunluk taşıyan bilgidir; bunun için de zihnimizde
olanın dış dünyada olanla uygunluk taşıması gerekir. Sonuçta “varlık”
kavramanın iki değişik anlamı ortaya çıkmaktadır.1. Epistemolojik varlık 2.
Ontolojik varlık. İkincisi birincisinin temelidir, Yani dış dünyada
gerçekliği olmayan veya böyle bir varlıkla her hangi bir ilişkisi bulunmayan
hiçbir şeyi zihnimizde varlık olarak düşünemeyiz; veya böyle düşünülen bir
varlık tümüyle kuruntudur, masal yaratığıdır. Çünkü var olmak, gerçek olmak
demektir. Akil dış dünyadaki varlığın bilgisine ulaşınca, bu varlık artık
bir kavram veya öz (mahiyet) durumunda zihinsel varlık haline dönüşün Dış
dünyadaki varlıklara töz (cevher) denir. Töz on kategorinin ilkidir; geri
kalanları ikinci dereceden tözlerdir. Örneğin ,”Sokrates insandır”
tümcesinde «Sokrates» (tikel varlık) cevher olmakta «insan»dan (tümel
varlik) önce gelir. Ancak, insan oluş da Sokrates kadar gerçektir. Bununla
birlikte Aristoteles gibi İbni Rüşd de tikel tözleri ya da duyulur
varlıkları metafiziğin hareket noktası yapmıştır.
İbni Sina gibi kimi filozoflar, her fiziksel varlığın biri türe ait, öteki
de cisme ait olmak üzere iki türlü formu bulunduğunu ileri sürmüşlerse de
İbni Rüşd buna katılmaz. Ona göre fiziksel varlıkların yalnızca maddesi ve
formu bulunur. Madde, onların duyulur olmalarının, form da akılla kavranır
olmalarının nedenidir. İbni Rüşd tümellerin varlığını kabul etmekle Yeniçağ
felsefesinin nominalizminden uzaklaşır; ancak ona göre tümellerin (ör. insan
kavramı) ayrı ve bireysel varlıklardan (ör. Ahmet, Mehmet kavramı) bağımsız
birer gerçekliğe sahip olduğunu ileri sürenler yanılmışlardır. Oysa, Ibni
Rüşd’e göre, «Şu bir gerçektir ki, özleri kavramak için tümellerin
tikellerden bağımsız birer varlık taşıdıklarını düşünmemize hiç de gerek
yoktur.» Tümeller yalnızca zihnimizin soyutlama yoluyla oluşturduğu
varlıklardır. Böylece İbni Rüşd, tümel varlıkların ya da ideaların bağımsız
gerçekliğini savunan Platon’un realizminden de uzaklaşır ve Aristoteles’in
kavramcılığını benimser.
İbni Rüşd, evrenin «ilk madde» (heyula) denilen öğeden yaratıldığını,
dolayısıyla yokluktan yaratma diye bir olayın söz konu su olamayacağını
savunur. Evren ezeli bir birlik bütünlüktür. Yaratma, hareketten başka bir
şey değildir; her hareketin bir konu su olduğuna ve hareket ezeli-ebedi
olduğuna göre varlık ezeli ve ebedidir. Bu düşünce, Müslüman kelamcıların
«evren yokluktan yaratılmıştır» görüşüyle açıkça çelişmektedir. Evrenin
düzenin deki sürekli değişme sürekli hareket demektir, bu da bir «Iİk
Hareket Ettirici»yi gerektirir ki, o da Tanrı’dır.
Tanrı’nın bilinmesi sorunu
İbni Rüşd, kelamcı yöntemiyle yazdığı «Kanıtların Apaçık Yollarının Keşfi»
(al-Kaşf’an Manahic al-Adiila) adlı kitabında Tanrı’nın bilinmesi
(marifetullah) konusunda Eş’arilik, Mutezile, Batınilik, Haşviyye
(lafızcılık) ve Tasavvuf biçiminde beş ana bölüme ayırdığı İslami akımların
yöntemlerini incelemeye koyulmuş; ancak bunlar arasında, güçlü etkisi ve
yaygınlığı nedeniyle daha çok Eş’arilik üzerinde durmuştur. O, Allah’ı
bilmenin yolunu yalnızzca sözlü gelenekte arayan, akıl ve düşünmeye hiç önem
vermeyen Haşviyye’yi, Kur’an’ın insanı akla çağıran, düşünerek Tanrı’ya
ulaşmaya yönelten yöntemine aykırı davranmakla suçladı. Mutezile ve bir
ölçüde Eş’ariler Allah’ı bilmede akla önem vermişlerdir. Ancak yöntemleri
Kur’an’ın izlenmesini istediği yönteme uymamaktadır. Çünkü hareket noktaları
belirli diyalektik(cedeli) öncüllerden ibarettir. Sözgelimi «Evren hâdistir;
cisimler bölünmeyen parçalardan (atomlardan) oluşmuştur; atomlar yoktan
yaratılmıştır; evrenin yaratıcısı zaman dışıdır» gibi. Ancak bu türlü
önermeler herkesin kavrayabileceği, tutarlı, hatta kanıtlanmış yargılar
değildir. Filozof, insan ahlaksal çabalarla dış dün ya ilgilerini en aza
indirip ruhunu ve gönlünü hazır duruma geri rirse Tanrı’nın kendi bilgisini
bu gönüle ilham edeceği yolundaki tasavvuf görüşünü de gerçekçi ve yeterli
bulmaz. Çünkü, böyle bir yöntem kuramsal olarak geçerli olsa bile, herkes
için mümkün bir yol değildir ve görelidir; üstelik bu görüş, Kur’an’ın
insanlar için gerekli gördüğü zihinsel çabayı da hiçe saymaktadır.
Gazali’nin filozoflara karşı yönelttiği ünlü eleştirilerden biri de
filozofların, Tanrı’nın tikelleri bilmediğini ileri sürdüklerine ilişkindi.
İbni Rüşd bu soruna da açıklık getirmeye çalıştı ve haklı olarak bir yanlış
anlamayı düzeltti. Gerçekten İslam filozofları, özellikle de İbni Sina,
Tanrı tikelleri tümel yasaları içinde bilir. Her şey O’nun bilgisinden
taştığına, O’nun yasalarına dayandığına göre, kendi bilgisini ve yasalarını
bilmesi her şeyi bilmesi demektir. İbni Rüşd’e göre Tanrı parça parça,
bireysel ve kopuk olarak şu ya da bu olayı bireyselliği ve tikelliği içinde
bilir demek yanlıştır. Çünkü bu yargı Tanrı’nın bilgisini insanın bilgisine
benzetmeye götürür.
Ahlak ve siyasetle ilgili görüşleri
İbni Rüşd toplumdan soyutlanarak yaşanan bir hayatın özellikle bilim ve
sanatlar açısından verimli olmayacağım düşünür. Çünkü bu alanda başarı ve
verimlilikte, daha önceki birikimlerin büyük katkı sı vardır ve yalnız
yaşayan kişi bu birikimden yeterince yararlanamaz. Ayrıca her birey, bütün
toplumun mutluluğundan payını almalıdır, İbni Rüşd, muhtemelen Platon’un
etkisinde kalarak, erkekler gibi kadınların da toplum ve devlet
hizmetlerinde görev almaları gerektiğini düşünür; tam bir iyi niyetle,
kadının, maddesel ve zihinsel birikimlerin hem kazanılması hem de korunması
çabalarına katılması gerektiğini, oysa dönemindeki yoksulluk ve kötülüklerin
bir nedeninin de kadının bir evcil hayvan veya bir tür zevk aracı gibi
değerlendirilmesi olduğunu düşünür.
İbni Rüşd, dine de aynı akılcı görüş açısından bakar ve ona ahlaksal
amaçları bakımından değer verir. Buna göre din, bir bilimsel kuram olmayıp
hukuksal ve ahlaksal yargılar düzenidir. İbni Rüşd bu nedenle söz konusu
yargılara ilgisiz kalarak dini bir bilgi kuramı ve felsefe sistemi gibi ele
alan kelamcılarla sürekli mücadele etmiştir.