Güvenlik Diye Bir Şey Var Mı?

Krishnamurti


İletişim sorunu her zaman zorlu bir konu olmuştur. Ciddi konularda insanların birbirleriyle iletişim kurmasının dikkatte belirli bir nitelik gerektirdiğini düşünüyorum. Çünkü, çoğumuz diğerine bir şey iletmek istediğinde kendi içinde açık olmaktan uzaktır. Karşısındaki ise, sırtında kendi problemlerinin, kaygı ve korkularının yüküyle aslında dikkatini vermiyor ya da dinlemiyor. Bu şekilde de iletişim son derece yorucu, son derece zor bir hale geliyor.

Bunun gibi bir konuşmaya katılmak için her iki tarafın da konuşmacı kadar siz dinleyenlerin de bir etkileşim halinde olması gerekir. Birbirimizle etkileşim içinde olabilmemizi gerektirir. Bu da her ikimizin de aynı an ve aynı düzlemde yoğun bir dikkat halinde olmamız gerektiği anlamına gelir. Konuşmacı az sonra yapacağı gibi, sözde kalan bir kabul ya da ret değil de içgörü, problemin bütününe ilişkin derin içgörü isteyen bir şey söylemek istiyorsa, siz ve konuşmacının karşılaşması, aynı düzlemde, aynı yoğunlukta ve aynı anda etkileşmesi gerekir. Yoksa etkileşim olmaz, iletişim olmaz. Sözcükleri işitir, sözcükleri kendi kafanıza, belirli bir dili anlayışınıza göre yorumlarsınız. Ama gerçek bir etkileşim halinde olmak hem sizin hem de konuşanın aynı anda yoğun bir biçimde hissetmesini, tüm dikkatinizi isteyen bir düzlemde yoğun bir etkileşim içinde olunmasını gerektirir. Yoksa ortada iletişim olmaz.

Bilmiyorum, hiç kendinizle etkileşim içinde oldunuz mu? Meditasyon değil, sadece etkileşim, iletişim, temas halinde oldunuz mu kendinizle? Eğer kendi zihninizle, yüreğinizle temasa, etkileşime geçtiğiniz olmuşsa, etkileşim halinde olmanın belirli nitelikte bir dikkat niteliği gerektirdiğini bilirsiniz. Kıvrak bir biçimde izleyebilecek, sözcüğün anlamı kadar ardında yatan manayı da süratle görebilecek durumda olmanız gerekir. Etkileşim ya da iletişim ancak hem sözcüğün doğası ve anlamını hem de taşıdığı ağırlığı anladığımızda mümkündür.

Bana öyle geliyor ki, özellikle de büyük bir içgörü, incelmiş bir düşünce ve takip sürati isteyen konular sizden kendinizle etkileşim içinde olmanızı istemekle kalmıyor, konuşmacıyla da böyle olmanızı gerektiriyor. Dolayısıyla dinleyici olarak size düşen görev iki kat daha zor. Çünkü yalnızca kendinizi anlamak ve kendinizle etkileşim içinde olmanız gerekmiyor, aynı zamanda sözcükleri dinlemeniz ve ağırlığı sözcüklere vermemeniz, kelimelere takılmamanız da gerekiyor. Özenle, saptırmayan» biçimini değiştirmeyen, kıyaslamayan bir yoğunlukla dinlemeniz, hem kendiniz hem de konuşanla duyarlı bir iletişim içinde olmanız da gerekiyor. Büyük bir iş bu, muazzam bir iş. Çünkü yaptığımız, önemsiz bir konuda siyaset ya da toplumsal bir reform üzerine öylesine sohbet etmek değil. Sözünü ettiğimiz, insan varlığının özüne dokunan bir şey.

Buradaki son konuşmada şeylerin köküne ineceğimizi, varlığımızın özünü sorgulayacağımızı, araştıracağımızı söylemiştik. Bu yalnızca sizin kendi zihinsel, ruhsal durumunuzun farkında olmanızı istemiyor; aynı anda, aynı düzlemde, aynı yoğunlukla söyleneni dinlemenizi de gerektiriyor. Böylece işiniz çok daha çetin bir hale geliyor. Öylesine dinliyor, onaylıyor ya da onaylamıyor değilsiniz. Zihnimizin ve varlığımızın bütün yapısını gerçekten araştırıyoruz. Bunu siz de konuşmacı ile işbirliği içinde yapıyorsunuz. Bu nedenle de konuşmacıyla olduğu kadar kendinizle de etkileşim içinde olmanız gerekiyor.

Başka türlü konuşmacı ile aranızdaki bütün iletişim anında kesilir. Siz bir noktada kalırsınız, konuşmacı başka bir noktada ya da yoluna devam eder gider.

Sizi bekleyenin, yapmanız gerekenin nasıl bir şey olduğunu gördüğünüzü umuyorum. Bunu ben sizin için oluşturmuyorum; siz kendiniz için oluşturuyorsunuz. Ve ister bir bulutun, bir güneş batışının güzelliği ile doğa; ister karınız, çocuklarınız, komşunuz, patronunuz olsun, diğeri ile etkileşim halinde olmanın biricik yolu budur. Üzerinde düşündüğümüz, konuştuğumuz ya da kulak verdiğimiz ile doğrudan bir ilişki içinde olduğumuzda bu dikkat halinde olmalısınız. Lütfen bunun taşıdığı önemi görün. Yoksa sizinle konuşmacı arasında hiçbir ilişki olmaz.

Bu yalnızca içsel değil, dışsal olarak da açıklık kazandığında, zihniniz oradan oraya atlamadığı ya da yorgun olmadığında, dinlediğinizde yorum, kıyaslama, değerlendirme yapmadığınızda, gerçekten dinlediğinizde işte o zaman, her ikimizin de varlığımızın en derinine doğru yolculuğa çıktığımızı ve orada zihinlerimizle yüreklerimizde yaşadığımız bütün eziyetleri, bütün zorlukları, bütün problemleri keşfettiğimizi göreceksiniz.

Bu akşam, çatışmanın doğası ve bütün çatışmalardan tümüyle özgürleşmenin mümkün olup olmadığı üzerine konuşmak istiyorum. Çatışmadan kastım çabadan, sürekli tasadan, kaygı, içerde ve dışarıda varolan zıtlaşma, güvensizlik hissi, güvende olmama ve huzursuzluktan uzak bir hal, kalıcı bir hal. Bir de bilinç ile bilinçaltı ve çeşitli arzular arasındaki çatışma var; hırs çatışması, doyum çatışması, düş kırıklığı çatışması, gerçeği bulma isteği çatışması ve bu şekilde de çatışmanın daha da artması. Bu dünyada yaşadığımız için, kendimizi bu dünyaya ve bir şablon, bir ideal olarak belirlediğimiz fikre uydurmaya çalıştığımız için çatışmamızı artırıyoruz.

Konuşmacı bütün bunlara girecek, siz de dinleyeceksiniz. Ama kürsüde oturmuş konuşan, sizin dışınızda birini inkar ya da kabul ederek dinlemekle kalmıyorsunuz. Zihinsel bir kulakla, kendi düşünce ve duygunuzun her bir hareketini açıklık, kesinlik, akıl ve sağduyu ile dinleme yetisine bütünüyle sahip bir kulakla kendinizi dinliyorsunuz.

Çoğumuz bir tür güvenlik ister, çünkü doğduğumuz andan öldüğümüz ana dek hayatımız sonu gelmez bir çatışmadır. Hayatın sıkıcılığı ve kaygısı; varoluş umutsuzluğu; sevilmek istediğiniz duygusu ve sevilmeyişiniz; gündelik hayatın sığlığı, önemsizliği, eziyetli çabası budur yaşamımız. Bu yaşamda tehlike vardır, tasa vardır. Hiçbir şey belli değildir. Yarının ne getireceği asla bilinmez. Böylece bilinçli ya da bilinçsiz her zaman güvenlik peşinde koşarsınız. Önce psikolojik, ardından da dışsal bu hep böyledir, önce dışsal değil ruhsal olarak değişmeyen, sürekli bir durum bulmak istersiniz.

Sizi hiçbir şeyin, hiçbir korku, kaygı, hiçbir belirsizlik ya da suçluluk duygusunun tedirgin etmeyeceği kalıcı bir hal istersiniz. Çoğumuzun istediği budur. Birçoğumuzun dışsal olduğu kadar içsel olarak da aradığı budur.

Dışsal olarak çok iyi işler isteriz; eğitim almışızdır, bürokratik bir biçimde teknolojik, mekanik olarak iyi işlev görecek durumdayızdır. İçsel olarak ise huzur ve bir kesinlik, kalıcılık hissi isteriz. Bütün ilişkilerimizde, bütün eylemlerimizde ister doğru yapalım ister yanlış, güvende olmak isteriz. Bize şu doğru, bu yanlış, şunu yapma, bunu yap denmesini isteriz. Bu ister sizin tarafınızdan isterse bir başkası, toplum, guru ya da kendi idealleriniz ve izlenimleriniz tarafından belirlenmiş olsun, bir kalıbı izlemek isteriz, çünkü yaşamanın en güvenli yoludur bu. Böylece, dışsal olduğu kadar içsel de olan bir güvenlik talebi yaşanır sürekli. Ortada bir fikrin otoritesi varsa içsel güvenlik daha da karmaşık bir hale sokulur.

Fikirden kastımız ideal, kalıp, örnek, formül, kahraman. Bu hep böyle ve çabalarımız da ona yönelik. Bundan ötürü de “olan” ve “olması gereken” arasında hep bir mesafe, o nedenle de çatışma var. Zihin güvenlik arayışındaysa bir otoriteniz olması gerekir; bu ister toplumun, yasanın otoritesi olsun, ister toplumun belirlediği, size ne yapacağınızı ne yapmayacağınızı söyleyen bir idealin, bir kişinin otoritesi olsun. Nihai olarak aradığımız kusursuz güvenlik ise Tanrıdadır. Yüzlerce yıldır yolunda yürüyerek yaşadığımız kalıp işte budur.

Araştırmalara göre insan insan olalı yaklaşık iki milyon yıl olmuş. Ortada resimler ve benzeri bir yığın nesne var bize insanın oldum olası bu sürekli kaygı, korku, endişe içinde yaşadığını gösteren. İnsanın durmaksızın arayarak, arayarak ve arayışının ortasında bir kitabın, bir kişinin, bir fikrin otoritesini kurarak yüzdüğü nehir işte bu. Ve insan bunu bilerek yapıyor.

Dediğim gibi, gözlemleyin lütfen, kendi zihninizi, kendi yaşamınızı gözlemleyin. Çoğu zaman gerçekten ilgilendiğiniz budur. Dışsal olarak güvence; para, konum, iktidar, konfor. İçsel olarak da bütün kaygılardan, bütün problemlerden, uzak yakın bütün tehlike hissinden kurtulmuş olacağınız, hiçbir şeyle bulanmamış bir hal. Hayatımız bu. Ve bu varoluş kalıbını kabul etmişiz, asla sorgulamamışız. Çok tedirgin olduğumuzda bundan tapınaklarla, kaçışın çok çeşitli diğer biçimleriyle kaçmaya çalışıyoruz. Bilinçli ya da bilinçsiz güvenlik diye bir şeyin olup olmadığını asla sorgulamamış, kendi içimize dönüp araştırmamışız. İşte şimdi bunu sorguluyoruz. Hoşunuza gitmeyebilir, karşı durabilirsiniz, çünkü şeylerle yüzleşmeye hiç alışık değiliz, kendimize olduğumuz gibi bakmaya alışık değiliz. Daha ziyade orada olmayan şeyler görüyor ya da olması gereken şeylerin hayalini kuruyoruz. Şimdiyse gerçekte “olan”ın içlerine bakacağız.

Her şeyden önce, ilişkide, sevgilerimizde, düşünme biçimimizde içsel güvenlik diye bir şey var mı? Herkesin istediği, umduğu, inancını bağladığı nihai gerçeklik var mı? Çünkü güvenlik istediğiniz an size güvenlik duygusu verecek bir tanrı, bir fikir, bir ideal yaratacaksınız. Ama bu hiç de gerçek olmayabilir, bir düşünceden, bir tepkiden, aşikar bir olgu olan belirsizliğe gösterilen bir dirençten ibaret olabilir. Dolayısıyla hayatlarımızın herhangi bir düzleminde kişinin, güvenlik diye bir şey olup olmadığını soruşturması gerekir. Önce içsel olarak, çünkü eğer içsel güvenlik yoksa dünya ile ilişkimiz bambaşka olacaktır; o zaman hiçbir grupla, ulusla, hatta aile ile kendimizi özdeşleştirmememiz gerekir.

Onun için önce kalıcılık, “güvende olmak” gibi bir şey olup olmadığı sorusunu araştırmak zorundayız. Bu da sizin ve benim istekle, mutlulukla, kolayca, tereddütsüz kendi içlerimize bakmaya hazır olmamız demek. Çünkü, toplumun otoritesi ya da deneyimle kendi kendimize oluşturduğumuz otorite veya geleneğin bize verdiği otorite olsun, dışsal ve içsel otorite ile bağlanmışız. Boyun eğişte güvenlik olduğu için boyun eğmeye eğitilmişiz. Güvenlik diye bir şeyin olup olmadığını ortaya çıkarmak için ise kişi her türlü otoriteden özgürleşmek zorunda. Bunu anlamak çok önemli, çünkü bütün dinler kalıcı ruhsal bir varlık olduğu fikrini desteklemiş, farklı adlar vermişler buna; ruh, atman ya da her ne diyecekseniz. Biz de propaganda, şartlanma, kendi korkularımız ve güven isteklerimizle kabul etmişiz. Bunu avutucu, gerçek bir şey, hakikat olarak kabul etmişiz. Böyle bir şey olmadığını, bunun bir inanç sorunundan ibaret olduğunu, geçerliği olmadığını söyleyen bütün bir dünya var. Ateist, tanrısız dediğiniz komünist dünya bu sanki bir inancınız var diye çok sofuymuşsunuz gibi.

Dolayısıyla, bu güvenlik sorusunu derinlemesine araştıracak bir insanın otoritenin her türünden bütünüyle özgür olması gerekiyor yasa otoritesinden, devlet otoritesinden değil, zihnin bir kitapta, bir fikirde, bir deneyimde, hayatta aradığı ya da yapılandırdığı otoriteden. Bütün bunları bilinçli ya da bilinçdışı izleyin lütfen. Ancak otoriteden özgür böyle bir zihin, bu muazzam güvenlik sorununu irdelemeye başlayabilir. Yoksa sizinle benim aramda hiçbir etkileşim olmaz, çünkü ben psikolojik olarak güvenlik diye bir şey olmadığını söylüyorum.

Güvenliği Tanrıda bulmaya çalışıyorsanız, bu sizin icadınızdır. Arzunuzu, Tanrı adını verdiğiniz bir simgeye yansıtıyorsunuz, ama bunun hiçbir geçerliği yoktur. Onun için bu anlamda otoriteden özgür olmak zorundasınız. Zihin, bir idealde, bir formülde, bir kişide, bir kilisede, belirli bir inançta otorite arar ve yapılandırır, sonra buna uyar, boyun eğer. Bütün bunlardan sadece bilinçli olarak değil çok daha zoru bilinçsiz olarak da özgürleşmek zorundadır. Sözüm ona eğitimli çoğumuz Tanrıya inanmaz, çünkü bu o kadar da önemli değildir, çünkü ya çok iyi bir işleri ya da hayli paralan vardır, Tanrı inancı ise modası geçmiş bir şeydir; onu kaldırıp attığımız gibi camdan dışarı, yolumuza devam ederiz. Ancak, araştırmayı bilinçdışına doğru sürdürmek ve bilinçdışı otorite bulma dürtüsünden özgürleşmek çok daha çetindir.

Bilinçdışının derinliklerine girmiyor, şöyle bir değiniyorum sadece. Bilinçdışı, binlerce yılın geçmişidir. Bilinçdışı ırkın, ailenin, toplu bilginin kalıntısıdır. Bilinçdışı bütün bir gelenektir; onu bilinçli olarak inkar edebilirsiniz, yine de oradadır. Ve sıkıntı anlarında otoritemiz haline gelir. Şöyle der o zaman bilinçdışı: Kiliseye git, şunu yap, bunu yap, puja* yap her ne yapıyorsanız. Bütün bir geçmiş ile birlikte bilinçdışının fısıldadıkları otorite, vicdanımız, iç sesimiz vb. haline gelir. İşte onun için kişi, güvenlik olup olmadığını ortaya çıkarmak ve kendisi için keşfedeceği güvenliğin olup olmadığı gerçeğiyle yaşamak üzere bütün bunların farkında olmak durumundadır.

Puja: Sunu töreni.ç.n.

Bir fikirle, bir ırkla, bir toplulukla, belirli bir eylemle özdeşleşerek de psikolojik olarak, duygusal olarak büyük ölçüde güven buluyoruz. Bu, kendimizi belli bir hedefe, siyasal partiye, belirli bir düşünce biçimine, belirli adet, alışkanlık ve Hindu, Parsi, Hıristiyan, Müslüman vb. olarak törenlere adamamız anlamına geliyor. Kendimizi belirli bir yaşam, düşünce biçimine adıyoruz. Bir grupla, toplulukla, belirli bir sınıf ya da fikirle özdeşleşiyoruz. Ulusla, aileyle, bir grup, bir toplulukla bu özdeşleşme de size belirli bir güven duygusu veriyor. Ben Hintliyim, İngilizim, Almanım ya da her ne iseniz dediğinizde kendinizi çok daha güvende hissediyorsunuz. Bu özdeşleşme size güven veriyor. İnsanın bunun da farkında olması gerek.

Soruyu dosdoğru, bütün yönleriyle anlamadığınızda kendinize sorduğunuz» güvenliğin olup olmadığı sorusu son derece karmaşık bir hal alır. Çünkü çatışmayı doğuran» muhtemelen güvenlik diye bir şey hiç yokken güvende olma arzusudur. Hiçbir düzlemde hiçbir çeşit, tür güvenlik olmadığı gerçeğini psikolojik olarak gördüğünüzde ortada çatışma diye bir şey de kalmaz. İşte o zaman eyleminizde yaratıcı, yanardağ gibi fışkıran, düşüncelerinizde patlayıcı bir hale gelirsiniz; sizi tutan hiçbir şey yoktur. İşte o zaman canlısınızdır. Çatışma içinde bir zihnin açıkça, berrakça, engin bir sevgi ve yakınlık duygusuyla yaşayamadığı ortadadır. Sevmek için olağanüstü duyarlı bir zihin gerekir. Ama sürekli korku, sürekli endişe içindeyseniz, güvensiz ve bundan ötürü de güven arayışındaysanız duyarlı olamazsınız. Tıpkı parçaları birbirine sürtünüp duran bir makine gibi çatışma içinde olan bir zihin de kendi kendine aşınır, donuklaşır, sersemler, yorulur.

Onun için önce soralım; güvenlik diye bir şey var mıdır? Bunu sizin bulup çıkarmanız gerekiyor, benim değil. Ben, ruhsal olarak hiçbir düzlemde, hiçbir derinlikte güvenliğin hiçbir çeşidinin olmadığını söylüyorum. Bu sizin için bir gerçeklik değil. Eğer alır da tekrar ederseniz yalan söylemiş olursunuz, çünkü bu sizin için gerçek değil. İş size düşüyor, cevabı kendinizin vermesi gerekiyor, çünkü ivedi bir sorun bu, çünkü dünya karmaşa içinde, umutsuzluk, şiddet, kabalıkla korkutucu bir durumda. “Dünyadan kastım, içinde yaşadığınız dünya. Rusya, Çin ya da İngiltere değil, etrafınızdaki dünya; aile, ilişki içinde olduğunuz insanlar. Sizin dünyanız bu. Öylesine yanından geçip gitmez de derinlemesine bakacak olursanız, kol gezen bu muazzam umutsuzluk, kaygı, yozlaşma, sürekli taklit duygusunu bulacaksınız. Ve bu hayatın bütün enginliği, olağanüstü güzelliği, yaşam derinliğini hayatın hayali derinlik, hayali güzelliğini değil, gerçek, yaşayan, capcanlı, güçlü hayat, varoluş, yaşama güzelliğini anlamak için zihninizin çatışmanın kırıntısını bile barındırmayan bir halde bulunması gerekir.

İşte bundan ötürü cevabı kendiniz için bulmalısınız ve bulmaktasınız. İçsel olarak güvenlik olduğu duygusundaysanız sürekli bir çatışma halinde yaşayacaksınız demektir. Sürekli bir taklit, boyun eğme, ayak uydurma halinde, bu nedenle de asla özgür olmayacaksınız. Zihniniz ise bütünüyle özgür olmalı, yoksa göremez, anlayamaz. Özgür değilse bir ağacın güzelliğini, bir bulutun hoşluğunu ya da bir yüzdeki tatlı gülümsemeyi göremez.

Güvenlik var mıdır? İnsanın arayıp durduğu kalıcılık var mıdır? Sizin de fark ettiğiniz gibi bedeniniz değişime uğruyor, beden hücreleri durmadan değişiyor. Buna kendiniz baktığınızda karınız, çocuklarınız, komşularınız, devletiniz, cemaatinizle ilişkinizde kalıcı olan bir şey görüyor musunuz? Kalıcı kılmak isterdiniz. Karınızla ilişkiniz... siz buna evlilik adını veriyor, yasal olarak sımsıkı tutuyorsunuz. Ama kalıcılık var mı bu ilişkide? Çünkü eğer karınız ya da kocanıza kalıcılık yatırımı yaptıysanız, o size sırtını döndüğünde, başka birine baktığında, öldüğünde, bir hastalığa yakalandığında siz yiter gidersiniz. Kıskançlığa, korkuya kapılır, tapınağa koşar, puja yapar, ne kadar saçmalık varsa kapınızı ardına kadar ona açarsınız.

Lütfen kendi zihninizi, kendi yaşamınızı gözlemleyin. Çünkü eğer sefaleti, mutsuzluğu, süregiden hayat mücadelesini, gündelik yaşam gailesiyle hayatınızı anlamazsanız fazla yol alamazsınız. Tanrı üzerine, sevgi, güzellik üzerine konuşuyor olabilirsiniz, ama bunların hiçbir geçerliği olmaz. Çok yol almak için en yakından başlamalısınız. Size en yakın olan da kendinizsiniz; başlamanız gereken yer orasıdır.

Dolayısıyla güvenliğin, kalıcılığın, hiçbir şeyle bulanmamış bir varoluş halinin olup olmadığını kendiniz için araştırıp bulmanız gerekiyor. Başkalarının, Shankara ya da başka birinin ne dediğini değil, silip atın bunları şimdilik, sizin hayatınızda gerçekliği yok bütün bunların, ancak iyi bir polisiye roman kadar gerçekliği var. Gerçek olan sizin yaşamınız; mücadele, sefalet, çatışma, problemler. Bu alanı bütünüyle anlamadıkça daha ileri gitmeniz mümkün değil. Eğer gidiyorsanız hiçbir geçerliği olmayan bir yanılsama, fantezi, masal içinde ilerliyorsunuz demektir.

Şimdi, araştırmaya başladığınızda, neyin istediğiniz olması gerektiğini düşündüğünüz gibi değil de gerçek olduğunu, neyin olgulara dayandığını ruhsal olarak gerçek olduğunu ortaya çıkarmak için araştırırsınız. Bütün insanların gerçek hali belirsizliktir. Olgulara dayalı bir gerçek olan belirsizlik halinin bilincine varanlar ya bununla birlikte yaşar ya da bu belirsizlikle yüzleşemediklerinden patlar, nevrotik bir hale gelirler. Zihin ile yürekten şaşırtıcı bir kıvraklık gerektiren böyle bir şeyle birlikte yaşayamaz, nevrotik bir hale gelirler, keşiş olur, her tür hayali kaçışı benimserler. Onun için olanı görmek durumundasınız; iyi işlere, iyi eyleme, tapınağa gitmeye, konuşmaya sığınmamaya. Olgu, sizden bütün dikkatinizi ister. Olgu, hiçbirimizin güvende olmayışı, güvende olan hiçbir şeyin olmayışıdır.

Gerçek, hiçbir şeyin kesin olmadığıdır, hiçbir şeyin. Oğlum ölebilir, karım evden kaçabilir, ben hastalanabilirim hiçbir şey kesin değildir. Neden kabul edip bu gerçekle yaşamıyoruz ki? Bununla yaşamanın ne anlama geldiğini biliyor musunuz? Bir şeyle birlikte yaşamaya çalışıp da ona alışmadığınız oldu mu hiç? İnsan bir ağaca, bir günbatımının güzelliğine kolayca alışabilir, biliyorsunuz. Çok kolaydır bu. Ama bir ağaçla birlikte yaşamanın, günbatımını her gün yeni bir gözle görmenin, yaprağa sanki ilk kezmiş gibi berrakça, yoğunlukla, o yaprağın olağanüstü güzelliğini hissederek bakmanın gerektirdiği şey hafıza değildir; ona her gün yeni bir gözle bakmayı, taze ve yoğun bakmayı gerektirir bu.

Dolayısıyla, insanın belirsizlikle birlikte yaşaması gerekir. Çünkü ancak belirsiz bir zihin yaratıcıdır, sürekliliği olan bir zihin değil, bütünüyle güvende olup da yaratan, bir şiir yazan zihin değil; olgunluktan uzak, fazlasıyla toydur böylesi. Bu tümüyle belirsiz, içsel halde yaşadığınızda hayatın herhangi bir düzlemdeki bütün sorunlarını, krizleri, zorlukları berraklık ve kıvraklıkla karşıladığınızı göreceksiniz. Çünkü çoğumuz için bir zorluk karşısında gösterdiğimiz tepkinin yersizliği, çatışmanın da başlangıcıdır. Hayat her birimizin karşısına ruhsal durumumuza, algılama biçimimize göre çeşitli şekillerde bilinçli ya da bilinçsiz zorluklar çıkarıyor sürekli, durmadan, günde yirmi dört saat. Bunların her birine her seferinde bütünüyle nasıl bir karşılık vermelisiniz ki hiçbir çatışma olmasın? Verdiğiniz karşılığın tastamam yerinde olması gerekir, bunu da her seferinde bu şekilde koruyamazsınız. Tepkinizde bir uyumsuzluk varsa bu sorun yaratır. Kişinin bu durumda o problemi anında ele alması ve anında da çözmesi gerekir. Bu da ancak zihninizin bütünüyle hareket halinde, bağsız ve canlı bir halde olmasıyla mümkündür. Ve siz ancak zihin tüm güvenlik korkusundan bütünüyle özgür olduğunda canlı, hareketli, olağanüstü aktif ve eylemsizlikte olabilirsiniz.

Ama görüyorsunuz, gündelik yaşamımız işe gitmek, aile, seks, para, hazlar çoğumuzu hırpalıyor. Ömrünün otuz-kırk yılını her gün işe giderek geçirmiş bir insanı düşündünüz mü hiç, bilmiyorum. Zihnine bir bakın! Bundan başka bir şekilde işlev göremez o adam. Tıpkı belirli bir rahatsızlık üzerine uzmanlaşmış, imanı bu rahatsızlık olan bir doktor gibi. Otuz-kırk yılın ardından zihniniz yorulur; artık taze değildir, genç değildir; hırpalanmış, uzmanlaşmış, tükenmiş, biçimlenmiştir. Böylece bir köşeye sıkışıp tutunur ve hayat geçip gider. Bu, hepinizin çocukları için istediği bir şey. Önlerindeki otuz-kırk yıl boyunca iyi bir işlerinin olması, böylece donuk, aptal, yaşamla yüzleşemeyen bir hale gelmeleri.

Savaşlar var. İnsan insanı yok ediyor. Korkunç bir gaddarlık var. Herkes çıkıp Tanrı adına, toplum adına, kendine kar biçmek ya da özdeşleştiği fikir için herkesi kullanarak iyilik ediyor, gidip insanlara yardım ediyor falan filan. İnsanın hali bu. Bireyin demiyorum, çünkü birey bambaşka bir şeydir. Gerçek bireysellikten ancak bir başınıza iseniz, toplumsal, çevresel kontrol ve biçimlendirmenin her biçiminden tümüyle özgürseniz söz edilebilir. Siz bir insansınız; bu korkunç sefalet dünyasında eziyet gören, kapana kısılıp kalmış bir insan ve oradan kaçamıyorsunuz. Bu bir vaka, bir olgu. Bununla boğuşmak, dişinizle tırnağınızla didinmeniz gerekiyor. Bu da enerji istiyor, tutku istiyor. Hayatınızı çatışmada harcarsanız bu tutku ve enerjiyi bulmanız mümkün olamaz.

Onun için bir zihin, başından sonuna kadar bu muazzam çaba, adına evrim dediğimiz durmadan, sonu gelmeksizin bir şey olmaya çalışma problemini anlamak durumunda. Kişi bir şey olmak için durmaksızın çabaladığında, savaştığında, zihnin durağanlaşmasının getirdiği “Tanrıyı buldum, bir gerçek buldum ve bununla mutluyum” huzurunu, hayali bir huzuru değil, gerçek huzuru tek bir an bile asla bulamaz. İnsan çatışmayı, kendi varlığını anlamamışsa, derinliklerine genişlemesine, açıklıkla girmemişse, ne yaparsa yapsın, huzuru yoktur. Başkalarına karşı “mış" gibi yapabilir, çünkü ikiyüzlüdür. Ama bu gerçeği bulmak için kişi bu güvenlik sorusunu bütünüyle anlamak, özgür olmak ve bu belirsizlik halinde yaşamak zorundadır.

Çoğumuz için hayat boştur. Boş olduğu için onu akla gelebilecek her türlü şeyle doldurmaya çalışırız. Ama eğer bu güvenlik-güvensizlik sorusunu anlar da derinlerine inerseniz o zaman o güvenlik ve çatışma problemini bütünüyle anlarsınız. İşte o zaman, kendiniz için hiçbir korku, hiçbir kaygı, boyun eğme, itki duygusu barındırmayan tam bir varlık hali keşfedersiniz inanmazsınız, keşfedersiniz; aramayan, kendi ötesinde hiçbir hareketi olmayan bir ışık olma hali.

 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült  
Felsefe