Felsefenin çok eski bir sorunu Yeniçağ’ın eşiğinde yeni bir biçim
altında kendini duyurdu. Bu sorun Platon’culukla Aristoteles’çilik
arasındaki bitmez tükenmez kavganın değişik bir biçimiydi: insan bireyi
düşünmeye özelden yola çıkarak mı genelden yola çıkarak mı yöneliyor?
Sorun fikirler doğuştan mı gelirler yoksa somadan duyu organları
aracılığıyla yani dünya deneyleriyle mi elde edilirler sorununun bir
başka anlatımıdır. Yeni düşüncede Locke’un öncülük ettiği Aristoteles’çi
kesime göre çocuklar düşünmeye özeli temel alarak başlarlar. Leibniz’in
öncülük ettiği kesim bunun tersini düşünür, onlara göre çocuklar ve dili
iyi kullanamayanlar “hayvan” gibi “bitki’' gibi genel terimlerle
konuşurlar. Klasik usçulukla klasik deneycilik arasındaki çelişki
düşünce tarihinde bitmez tükenmez ve biraz da verimsiz bir çekişmeye yol
açmıştır. Bugün bu çekişme uzlaşmacı bir hava içinde eski hızını
yitirmiş gibidir. Bugün bizler ne mutlak usçuluktan ne mutlak
deneycilikten sözedebiliriz. Bu değişimde çağdaş ruhbilimin elbette
büyük bir katkısı olmuştur. Çağdaş ruhbilim bilinci bir ben ve ben
olmayan ilişkisinin ürünü olarak belirleyip bu iki bakış açısını da
dışlamamız gerektiğini duyurdu bize. İlk bakışta orta yolculuk gibi
görünebilecek olan ama orta yoldan çok daha anlamlı bir gerçeği
duyurmakta olan bu yeni bakış açısı herhangi bir sav olmaktan çok ötede
yeni insanın daha yetkin bir çerçevede çok önemli bir saptamasıdır.
İlkel bilincin ne bireyi birey olarak ne de cinsi ve türü en genel
kavramlar olarak belirleme yatkınlığı vardır. Bireyle, türle, cinsle
ilgili kavramların ya da bir başka deyişle özel ve genel kavramların
yani bütün kavramların ancak gelişmiş bir zihin için sözkonusu
olabileceği kesindir. Bu gelişimin oluşmakta olan demokrasi bilincini
kökten açıklayan bir gelişim olduğunu söylemek yanlışa düşmek
olmayacaktır. Hem dünyada olmak hem kendi olmak: yeni insanın temel
kavrayışı bu gerçeğe dayanıyor.
Evet, çağdaş ruhbilimin buluşları bizi yaşamımız konusunda epeyce aydınlattı, bu arada doğal olarak bizi eski yanılgılarımızdan kurtardı. Bilincin gelişimini gözlemlediğimizde sorunun doğuştan fikirler mi edinilmiş fikirler mi tartışmasından çok başka bir biçimde ortaya konulması gerektiğini hemen kavrarız. Bilinci eski düşüncelerde olduğu gibi bir biriktiren olmaktan çok bir dönüşen ve dönüştüren olarak görmemiz gerekir. Bilinç bir bakıma tümüyle bellektir, ancak onu işlevleri açısından ele aldığımızda onun bellekten daha çok bir şey olduğunu sezeriz. Ribot bu bakımdan şu belirlemede bulunur: "Zihin belirsiz ’den belirli ’ye doğru ilerler. Belirsiz genel ’le eşanlamlı alındığında başlangıçta ortaya çıkanın özel olan olmadığı benimsenecektir, ancak terimin gerçek anlamında genel olan olmadığı da benimsenecektir; bu bir kesinliksizliktir; Bir başka deyişle dersek, zihin algı anını ve algının bellekteki doğrudan doğruya sunumunun anını aştığında ortaya çıkan şey oluşan bir imgedir yani özelle genel arasında bir ara yerdir; onun da öbürünün de doğrusuna katılır, o karmaşık bir basitleştirmedir. " Öncelikli ögenin imge olduğunu, bir algısal veri olarak imge olduğunu bilmek, imgenin kavrama temel olan veri olduğunu unutmamak gerekir. Kavramlarımızı ya da fikirlerimizi doğuştan getirmemiz olası olmadığına göre onların bir çırpıda bir dış etkiyle ya da bir çırpıda kendiliğinden oluşabileceğini düşünmek de olası değildir. Bilincin oluşum serüveni oldukça sancılı ve oldukça karmaşık bir serüven olmasaydı insan bir yandan acıyla andığı çocukluğunu yeniden yaşamak istemezken bir yandan bilincin ağırlığından kaçarak çocukluğuna sığınmayı düşünür müydü?
Çağdaş ruhbilimin bulguları bize klasik ülkücü bilgi kuramının da klasik gerçekçi bilgi kuramının da geçerli olamayacağını duyurur. Buna göre kendini deneysel düzeyde kurmakta olan bilinç kendi özelliklerini kendi yönelim koşulları çerçevesinde oluşturarak ilerler. Bu ilerleme en başta ilkel oluşum süreçleriyle başlar ve yetişkinin tam anlamında olgun bilincinin sağlanmasından geçerek bireysel yaşamın sonuna kadar sürer. Özel kavramların oluşumu da genel kavramların oluşumu da karmaşıktan basite doğru ya da düzensizden düzenliye doğru gelişen bu ilerleme içinde gerçekleşir, yoksa başlangıçta ne özel kavramlar ne de genel kavramlar vardır. Demek ki bilinçlere konusunda bilinç ne tam anlamında belirleyici ne tam anlamında belirlenicidir, o hem bir belirleyendir hem bir belirlenendir. Bilinç kendini doğrudan doğruya kendi olarak dünyada ve dünyayla kurar. O hem bir dünyanın hem kendinin bilincidir, kendinin bilinci olmakla dünyayı, dünyanın bilinci olmakla kendini koşullar. Bilinç başlangıç noktasında tam anlamında bir koşullanmamış'dır. Ancak bu başlangıç noktası kuramsaldır. bilincin hangi noktada koşullanmaya başladığını kestirmek olası değildir. O koşullanmaya başladığı anda kendince bir özellik kazanır ve böylece aynı zamanda koşullayıcı durumuna geçer. Bundan böyle bütün bir yaşamı koşullanmış-koşullayan ya da daha doğrusu koşullanan-koşullayan olarak sürdürecektir. Oluşmaya başlamış bilinç için bir koşullanmamışlıktan sözetmek elbette olası değildir.
Kant’ın belirttiği gibi ilk adım deneyden gelir. Deney olmasaydı, daha doğrusu deneysel veri olmasaydı bilinç boş bir yönelgenlik ya da tam anlamında bir gücüllük olacaktı. Kant’ın benimsediği gibi doğuştan kavramlar değil ama deney verileriyle bilincin etkin gücünün ortak ürünü olan kavramlar yeni deney verilerini almakta ve kendine göre yorumlamakta belirleyici olurlar. Bilinç varolmak adına ilk adımlarını attığı andan başlayarak kendiyle ve dışla ilişkileri çerçevesinde kendi özelliklerini oluşturmaya yönelir. Bilincin içeriği bu çerçevede nesnellikle ve öznellikle belirgindir. Her bilinç hem öznel düzeyde kendinin bilincidir hem de evrensel düzeyde dış dünyanın bilincidir. Her bilinç geliştikçe daha da özelleşir ya da öznelleşir. bu arada en yüksek düzeyde nesnelliğe yönelir. Başlangıçta yani edim durumuna geçmemiş yönelgenlikte bilinç koşullanmamışlıkta belirginken ilk adım atışında o enaz kurulmuşluğuyla koşullanmışı ortaya koyar. Bilinç dediğimiz zaman aklımıza koşullanmış olan gelecektir. Koşullanmamışlık bir tasarımdan, bir düşünülmüş ilksellik ya da öncesellik durumundan ya da hatta bir öncesizlik durumundan başka bir şey değildir. Gerçekte her bilinç bir koşullanmış koşullanmamıştır. Tam anlamında koşullanmışlık onu nesneye indirgeyecekti. tam anlamında koşullanmamışlık onun için salt yönelgen olmak ya da salt gücül durumda olmak anlamına gelecekti, bir oluşmamışlıkta belirlenmişlik demek olacaktı.
Demek ki bilincin öncelikli oluşum serüveni bir karmaşıklığın ya da daha çok bir kargaşıklığın aşılması serüvenidir. Jean Piaget davranışlarını gözlemlediği Duss adlı dokuz yaşında bir çocuğun verdiği izlenimleri de değerlendirerek şöyle der: “Çocuğun kavramları henüz karmaşık durumda bulunan ve giderek birbirleriyle ilişkiye girecek olan belli sayıda ögenin bileşiminin değil de yan yana gelişinin bir ürünüdür. Buna göre Duss için ‘yaşam’ iki kavramın, etkinlik kavramıyla kana sahip olma kavramının yan yana gelmesiyle oluşur. Öyleyse çocukluk kavramları bir bileşimin değil de bir yan yana gelişin ürünü olduklarından onların görünen birliği bağdaştırmaklığın değişik öğelere verdiği birlik olacaktır yani öznel bir birlik olacaktır, mantıksal bir usavurmaya çıkış yolu sağlayabilecek bir birlik olmayacaktır. " Eski felsefeler bu anlamda bir bilinç olgunlaşması fikrini tam anlamında dışlıyorlardı. Onlara göre bir çocuğun dünyasıyla bir yetişkinin dünyası arasında ruhsal-mantıksal çerçevede bir nitelik ayrımı sözkonusu değildi. Böyle bir ayrımın varolduğunu ilk olarak bize Jean-Jacques Rousseau duyurdu. Bu yüzden XVIII. yüzyılı eğitimde bir dönüm noktası sayarız. Fransız Devrimi’ni hazırlayan düşünceyi dünyaya armağan etmiş olan Rousseau şu sözleri söyleyerek çağdaş eğitimin de kapısını aralıyordu: “Çocukluğun kendine özgü görme, düşünme, sezme biçimleri vardır, onların yerine bizimkileri geçerli kılmaya kalkmak çok anlamlı bir iş değildir, "
Çocukluk dönemi bilincin oluşum dönemidir, daha doğrusu olgunlaşma, çiçekten meyveye doğru dönüşüme uğrama dönemidir. Evrim çizgisi boyunca ilerlediğimizde çocukluk döneminin uzadığını görüyoruz. Amerikalı ruhbilimci Arnold Gesell’e göre bu süre kobayda üç gün, şempanzede dokuz yıl, insanda yirmi beş yıldır. Ancak insan için bu dönemi yalnız çocukluk dönemi olarak değil çocukluk ve erginlik dönemi olarak düşünmek doğru olur. Yaşama hazırlık dönemi diye belirleyebileceğimiz bu uzun dönem öğrenmeye yatkınlıkla belirgindir. Üst çocukluk evresi diye adlandırabileceğimiz erginlik evresine doğru öğrenme yatkınlığı azalmaya başlayacaktır. O hızlı, o başdöndürücü öğrenme süreçleri yerlerini yavaş yavaş durmuş oturmuş süreçlere bırakacaklardır. Zihnimizin ilerlemesi durmuş oturmuşluğa doğru bir ilerlemedir. Ancak, unutmayalım, erginlikteki öğrenme yatkınlığı yetişkinliktekinden kat kat büyüktür. Yaşamın sonuncu çağı diyebileceğimiz yaşlılıkta öğrenme unutkanlıklarla kesilen dağınık ve verimsiz bir süreçtir. Bilim adamlarının genellikle kesin olarak belli bir sınır koymamakla birlikte altmış beş yaş dolaylarında başladığını söyledikleri yaşlılık için düşünsel, duygusal, bedensel etkinliklerin en aza indiği dönem diyebiliriz. Bu da her şeyden önce bellek dağınıklığında, dikkat eksikliğinde, davranış yavaşlığında, sözlü söylemin tutarsızlığında kendini gösterir.
Çocuk tam bir alıcı ya da öğrenicidir. Onun işi bilgi üstüne bilgi yığmaktır. Çocukluk tam anlamında bir dışa açılma dönemidir. Çocuk gerçek anlamda acemisi olduğu dünyayı merak eder. Çocukluk döneminde tüm alanlarda birden ilerleme görülür. Çocuk bir bilgiden bir bilgiye geçerken bilincini oluşturmaktadır. Bir zaman soma onun bir bilgiyi bir başka bilgiye ulaşmada dayanak olarak kullandığı görülür. İşte insanı öbürlerinden ayıran özellik burada kendini göstermektedir. Gesell ‘‘Çocukluk hem sonuç hem başlangıçtır” der. Çocukluk böylece insanın uzun süreçler boyunca bilincini oluşturduğu heyecanlarla belirgin ama güçlüklerle de dolu kurucu bir dönem olur. Bu yüzden çocukluk pekçok düşünürün ve sanatçının dilinde kutsanan bir değer olmuştur. Düşünürler çocukta sanatçıyı ve sanatçıda çocuğu bulurlar. Hoffmanstahl “Nur Künstler und Kinder sehen das Leben wie es ist" (Yalnız sanatçılar ve çocuklar yaşamı olduğu gibi görürler) der. Çocukluk zengin deneylerle dolu verimli bir dönemdir ki gerçek aydın insanın ve özellikle sanatçının dünyasında kurucu bir güç olarak varlığını sürdürür. Baudelaire sanatı doğrudan doğruya çocukluğun yetkin düzeyde bir açılımı olarak görür ve şöyle der: “Olgun bir sanatçının yapıtlarıyla çocukluğundaki ruh durumu arasında yapılacak bir felsefi karşılaştırma dehanın açık açık ortaya konulmuş bir çocukluktan başka bir şey olmadığını, şimdi kendini açıklamak için erkeksi ve güçlü organlarla donanmış bir çocukluktan başka bir şey olmadığını kolayca kanıtlamaz mı?” Gaston Bachelard da çocuklukla ilgili olarak şunları söyler: “Çocuğun düşleminde imge her şeyi önceler. Deneyler sonra gelir. Deneyler tüm gelişim düşlemlerinin koruyucu engeline çarparlar. Çocuk büyük görür, çocuk iyi görür. Çocukluğa doğru gelişen düşlem bize ilk imgelerin güzelliğini verir. " Sanat izleyiciyi de doğrudan çocukluğuna götüren bir güç oluşturur. Sanat ruhbilimcisi Jean-Paul Weber “Her sanat izleyiciye çocukluğundan bir şeyler verir" der.
Çocukluğu bir bütün olarak değerlendirmek elbette yanlış olur. Çocukluk her evresi ayrı koşullarda verimli olan bir dönemdir. Buna göre çocuğun eğitimine yardımcı olurken bu dönemlerdeki koşulların neler olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Eğitimciler çocukluğu üçe ayırırlar. İlk çocukluk doğuştan üç yaşa kadar sürer. İkinci çocukluk üç yaştan yedi yaşa kadar sürer. Üçüncü çocukluk yedi yaştan erginliğe kadar sürecektir. Birinci çocuklukta birey annesinin bağımlısıdır. Sütten kesilmeyle birlikte bağımlılıktan kurtulmaya başlar. Bu arada gerçekliğin bilincine ulaşmaya yönelir. Elini kullanmak, ayakta durmak, yürümek gibi çok önemli ustalıklar kazanmaktadır. Sözcükleri öğrenmektedir, onları önce cümle yerine kullanır, örneğin “Anne bana su ver” yerine “Su” der. Sonra cümle yapmaya başlar. Evreni genişlemekte, ilgileri artmaktadır, o bir gerçek düşünür gibi düşünmeye çalışmaktadır. Üç yaştan sonra kişilik gelişmeye başlar, bunun en belirgin göstergesi “ben” zamirinin sık sık kullanılması ve başkalarına sık sık şu ya da bu nedenle hatta nedensiz karşı çıkılmasıdır. Pekçok çocuk o evrede “Çok ukala oldu, çok inatçı oldu” gerekçesiyle annesinden şaplak yer. Bilgi gelişimi üç yaştan sonra hızlanır. Yedi yaştan sonrası kişiliğin tam anlamında gelişmeye başlamasıyla belirgindir. Çocuk bir süre sonra başlangıç noktası pek belli olmayan ya da daha doğrusu bireye göre değişen erginlik dönemine girecektir.
Çocukluk düşsel zenginlikle dolu bir dönemdir, bir düşler ve düşlemler dönemidir. Bu dönemde bilinç kurulmaya doğru giderken zihin etkinliği ussallıkla olmaktan çok düşsellikle belirgindir, imgelem alabildiğine çalışır. Nasıl insanlığın çocukluk döneminde mitolojik ögeler kendilerinde barındırdıkları ussallığı, özellikle felsefi düşünceyi bir uçucu örtüyle örtmüşlerse çocuklukta da birey insani kaygılarını düşün renkli tülleri altında yaşar. Gaston Bachelard şöyle der: “Bizde gizil bir çocukluk vardır, Bu çocukluğu biz düşlemlerimizde, gerçekliğin ötesinde bulmaya kalktığımızda onu tüm olasılıklarıyla yeniden yaşarız. Onun tüm olabileceği şeyi düşleriz, öykünün ve söylencenin sınırlarında düşleriz. Yalnızlıklarımızın anılarına ulaşabilmek için yapayalnız çocuk olduğumuz dünyaları ülküleştiririz. ” Çocukluğumuzun ilk örneklerinden ya da karmaşıklarından düşe ve düşleme, düşten ve düşlemden de yaşamı en köklü biçimde açıklayacak olan sanat yapıtının oluşturulmasına doğru bir geçiş olur. Düşler ya da düşlemler kaygan ve olağandışına eğilimli yapılan içinde çocukluğumuzun ölçü tanımayan heyecanlarıyla yetişkinliğimizin ussallığı arasında köprüler kurarlar. Çocukluğumuzun anılarımızı da içeren çeşitli öğelerinin sanatta açıklayıcı bir güç oluşturması bu çerçevede gerçekleşir.
Bilinç bir boşluktan bir dolgunluğa doğru değişir, daha doğrusu bir boşluktan bir khaosta sonra o khaos dan bir kosmos‘a doğru ilerler. Onun yetkinliğini kazanması uzun süreçler boyunca bir ben-dünya ilişkisi içinde gerçekleşir. İlkellikten gelişmişliğe ya da bir başka deyişle karmakarışıklıktan basitliğe geçiştir bu. Kosmos'u sağlayacak logos düşünselliğin özyapısında içkindir. İlk-örnekler düzeninden ya da ön-bilinç koşullarından sayıca ve içerik olarak yetersiz ve aralarındaki ilişkiler bakımından sorunlu olan kavramlar düzenine, sonra bu düzenden de geniş çerçeveli yetkin kavramlar düzenine geçilecektir. Başlangıç dönemleri gidimli düşünceye kapalıdır. Başlangıç dönemleri baştan sona ilksellikle ya da ilkellikle belirgindir. İlkellerin kavramları yok mudur? Elbette vardır. Kavramlar her şeyden önce somut dünyada yaptığımız deneylerin sonuçlarıyla elde edilmiştir. Ancak ilkeller kavramlarını hiçbir zaman gidimli düşünce için kullanamazlar. Kavramlar kadar kavramlararası bağlantı önemlidir. Levy Bruhl bizlerle ilkeller arasındaki temel ayrımı ilkeller açısından “en küçük bir soyut düşünce karşısında tedirginlik” duymak olarak belirler. Öte yandan Jean Piaget çocukların dünyasından sözederken ‘'yığışım kavramlar” terimini kullanır. Şöyle der Piaget: ‘‘Zihin her zaman khaos ’da başlar: basitlik sanatın bir ürünüdür ve her düşünce ediminin başladığı karmaşıklıkta verilmiş değildir. Bövlece çocukluktaki kavramlar çok seyrek olarak basitlik gösterir. ”
Gerçekte kavramların basitliği karmaşıklık içinde bir basitliktir: onların düzeninde yalınlıkla gelen basitlikten çok tutarlılıkla gelen basitlik sözkonusudur. Her kavram bir yapılı olma eğilimi gösteren bir çokyapılılıkta kurulmaya başlar ve giderek kendine özgü olanı içerecek ve kendine yabancı olanı tümüyle dışlayacak biçimde olgunlaşır, bu arada kavramlar düzeninde gerçek yerini alırken öbür kavramlarla ilişki içine girer, gerçekliğin organik yapısına göre onlarla organik bir bütünlük oluşturur, onlardan bazılarıyla içlem-kaplam ilişkisi kurar. Bu yüzden çocukluktan yetişkinliğe geçiş bilinç açısından sezgisel belirlemelerden düşünülmüş genellemelere geçiş olarak belirlenebilir. Kavramlar teker teker düşünülmüş yani oluşturulmuş birimlerdir, her biri çok alt düzeyde ve oldukça karanlık bir biçimde de olsa kendince bir genellik ya da evrensellik düzeyini belirlerken bize bir varlığın temel niteliklerini sunar. Demek ki karanlık ve karmaşık olandan aydınlık ve seçik olana doğru sürekli geçiş bilinç gelişiminin temel koşuludur ve bu gelişimin en genel şemasını belirler. Ancak sözkonusu gelişim uzun süreçler boyunca ve bir tür kendiliğinden bir etkinlikle gerçekleştiğinden bu şemanın görünümlerini ortaya koymak elbette olası değildir. Bilinç oluşumları deyim yerindeyse sessiz oluşumlardır ve görünmez koşullarda kendilerini varederler. Nasıl insan türünün gelişiminde gözle görülür değişim noktaları saptayamazsak bilincin oluşumunda da somut göstergelerle karşılaşmayız.
Bilinç soyutlama gücünü ve buna bağlı olarak yetkin yapısını çoğu felsefenin temelini oluşturan en genel kavramlarla kazanır. Soyutlayabilen bilinç ilkellikten kurtulmuştur. Bir başka deyişle, üst düzeyde genellemeler yapmak yani soyutlayabilmek az çok yetkin bir bilincin işidir. tasan soyutlayabilen tek varlıktır. Albet Boulard genellemeyi şöyle açıklar: “Genellemek tanımlamaktır, tanımlamak da soyutun kurucu ilişkisini ortaya koymaktır. Kendilerinden edindiğimiz bilinç açısından ya da ruhbilimsel varoluşlarının en derin içtenliği içinde tüm kavramlar ikili bir alandan geçerler: birincisinde onlar nitelikler olarak sezilmişlerdir, İkincisinde ilişkiler olarak düşünülmüşlerdir. ” Çocukluktan yetişkinliğe geçiş duyum düzeyinden ya da imge düzeyinden düşünce ya da kavram düzeyine geçiştir, somutun alanından soyutun alanına geçiştir. Soyut çok zaman yanlış anlaşıldığı gibi bir yoksunluğu değil somutu da içine alacak biçimde bir zenginliği ortaya koyar. İnsanoğlu gerçekliği soyutlamalarla kavrar: tek tek şeylerin dünyası bize gerçekliği tam olarak vermez ya da daha doğrusu gerçekliğin kaba görünümlerini verir. Paul Foulquie der ki: “Soyutlama yalnızca düşüncenin ve bilimin değil aynı zamanda özgürlüğün ve ahlakın da koşuludur: Ortaçağ ’ın bazı yazarları bunu çok iyi anlamışlardı, onlar için abstractus, perfectus 'un eşanlamlısıydı. ” Bilim, felsefe ve sanat ancak soyutlayıcı düşünce için ya da soyutlayıcı düşünceyle olasıdır.
Eğitimin sorunlarına girmek her şeyden önce bilincin gelişim koşullarını ve yapısını doğru kavramayı ve bilinçle ilgili temel sorunları çözmüş olmayı gerektirir. Eğitimin anlamı bilinçlerin oluşumuna katkıda bulunmak olduğuna göre bilincin ne olup ne olmadığı sorunu eğitimde öncelikli sorundur. Bizi bilinç konusunda aydınlatan kaynakların en önemlilerinden biri de Henri Delacroix’nın Les grandesformes de la vie mentale (Düşünce yaşamının başlıca yapıları) adlı yapıtıdır. “Bir anlamda bilinç ilk gerçekliktir, ilk olgudur” diyen Henri Delacroix’ya göre bilinç “her şeyi sarar, her şeyin koşuludur ". Buna göre bilinçte Dünya ve Ben bütünleşir. “Bilinç iki bağlaşık terimi birleştirir ve karşıtlaştırır. Bu iki terimin karşıtlığında o onları ortaya koyan düşüncenin birliğidir. O her şeyden önce özel bir öznenin kendinde görünümüdür. (..) Daha derinde o bir tarih ve bir yapıttır, bir yazgı ve bir serüvendir. (.) Evrenin bilinci tek kişinin bilincini sarar. Kişi ancak evreni algılarken kendini algılar. O kendini her zaman Evren 'in bağrında algılar: o Evren ’de ve Evren ’le kendidir. Onun bireysel yapısı kendini kendiyle çevrelenmiş duyduğu sayısız yapılardan yalnızca biridir. ” Demek ki bilinci kabaca dış dünyanın bizdeki görünümü olarak belirlemek yanlışa düşmek olacaktır. Çünkü “Bilinç Evren değildir, sınırsız zaman ve uzam değildir. Bilinç Özne ’dir. bura ve şimdi ’dir, zamanda ve uzamda açılan bir isteme göre zamanın ve uzamın ilerleyen kuruluşudur. "
Henri Delacroix buna göre bireyi insanlığın bir parçası olarak görür. Der ki: “'Herkes’le ‘herhangi biri’ bağlaşık terimlerdir. Her bilinç Evren ’in merkezi ve Evren ’in parçasıdır. Tüm varoluşların koşulu olan bilinç varoluşların birliğini gerektirir, Şeylerin Evreni ’ni ve Bilinçlerin Evreni ’ni gerektirir. ” Henri Delacroix bilincin etkin yapısına da değinir: "Bilincin olduğu her yerde bir etkinlik işbaşındadır: bir yansı, bir ayna olmanın ötesinde Bilinç etkin ve üreticidir. ” Claparede"in de belirttiği gibi “Bilinç bir eylemde bulunma aracı olmaktan çok bir öngörü ve denetim aygıtıdır ’’. Öyleyse, bilinç denildiği yerde bir etkin yapıcı güç düşünmemiz doğru olur: “Bilinç bir yansı değildir; o bir üst etkinlik düzeyini belirtir (..) O yaratma, kurma ve yaşam düzeyindedir: O eşsiz bir çiçeklenmedir, Evren ’in yaşamının benzersiz bir yüzüdür. Pekçok filozofun inandığı gibi eylemi aydınlatmak için yanan bir ışık değildir. O eylemin kendisidir... ” Bizi ortama uyarlayan şey bilincimizdir, ancak o basit bir uyarlayıcı olmaktan çok bir kurucudur. Şöyle der Henri Delacroix: "Bilincin etkinliği biyolojik ve toplumsal çevreye uyumu aşar. İnsan genelde olmayana uyarlıdır. Düşüncenin evreni, ahlaki dünya, güç alanlarının dünyasını uyarmaların ve dürtmelerin dünyasını aşan olasılıkların alanını oluşturur. Tüm insani ve toplumsal şeylerin kurucusu olan düşünsel edim çevreye verilen 'yanıtların hatta tanımlar ve iyi düzenlenmiş yanıtların basit bir oyunundan daha zengin bir etkinliği gerektirir. "
Henri Delacroix bilinç tanıtlamasını, onun kendini var ediş koşullarını belirleyerek. onun oluşumunu iç ve dış’ın sonsuz diyalektiğinde açıklayarak şöyle sürdürür: "Gerçekliğin dünyası doğrunun dünyası değildir: o onun yalnızca koşuludur. Doğru yavaş yavaş uyarlandığı gerçekliğin karşısında düşüncenin işlevsel bir konumudur. İnsanın ruhsal etkinliği olan 'ı olmayan 'la aşar ve tümüyle olasının alanına açılır. Bilinç tüm derecelerinde ve tüm katlarında kendini gerçekleştirmenin yüksek derecesidir. İnsan dünyayı aşar ve dünyaya katılır. İnsan dünyayla sarılmış ve dünyayla içerilmişse dünyayı sarar ve içerir. Evren’le insanı karşıtlaştırır gibi olan ve İnsanı evrene indirger gibi olan bilim bile insanın bir parçasıdır. Nitelik niceliği aşar ve sarar. Dünya insandadır. Bilincin yüksek değeri, onun ortaya koyduğu tüm sorunların yüce değeri, anlamının zamana direnen özelliği buradan gelir. " Bu çerçevede bilinç bir ben-ben olmayan karşıtlığında kendini kurarken ardı arkası kesilmez bir dönüşüm içindedir: ‘‘Bilinç kendini yer. kendini tüketir. Durmadan değişir, aşılmış cümleleri ve biçimleri bilinçdışına bırakarak değişir. ”
İnsan bireyi gelişimini kendi başına yani doğal yollardan sağlama gücünü gösteremez. O kendini yetiştirmek için yalnız ana babasına değil bütün bir insanlığa gereksinim duyacaktır. İnsanın gelişimi buna göre bireyin kendi etkinliğinden çok çevrenin ya da dış etkenlerin verimine bağlıdır.
Bireyin yetişmesinde yakın çevre uzak çevre kadar ve uzak çevre de yakın çevre kadar belirleyicidir, bu arada geçmiş şimdi’den kat kat daha çok belirleyicidir. Yetkin bilinç şimdi’de geleceği tasarlarken bir yandan geçmişi varlığına sindirir bir yandan en uzak çevreye kadar açılır. İnsan için seçilmiş uzak çevre çok zaman yakın çevreden daha önemlidir. Yakın çevrede ana babalar, kardeşler, bir takım uyarlı uyarsız yakınlar vardır, uzak çevre daha çok yüzünü görmediğimiz ve adresini bilmediğimiz değerli insanların bilinçlerinden oluşur. Dış etkenlerin eğitimi yetkin kılacak biçimde düzenlenmesi her şeyden önce tutarlı eğitim yöntemlerinin varlığını gerektirir. Eğitim sözkonusu olduğunda yöntem değil yöntemler düşünülmelidir. Yöntemlerin özellikleri daha çok uygulanacakları topraklarda yaşayan insanların ruhsal yapılarına göre oluşacaktır.
Bireyin kendini insan olarak kurmasında ya da varetmesinde kendi istemi kadar hatta ondan çok çevrenin yönlendirici gücü belirleyicidir. Zaten insan istemi de eğitimin belirleyici gücü altında biçimlenir. Eski felsefelerde yapılan biraz da dinsel kökenli o istem ve us ayrımını çok gerilerde bırakmış olmalıyız. Ussallıktan ayrı bir istem belirlemek bizim için olası değildir. Çünkü yargılayan bilinçle isteyen bilinç aynı bilinçtir. İstemle usun ya da anlığın çatışması gibi görünen şey gerçekte bilincin bir iç sorunudur. iç çelişkisidir. Bilincin kurulması, zihnin bir khaos'dan bir kosmos" a doğru ilerlemesi çok iyi düzenlenmiş bir eğitim ortamı sözkonusu olmadığı zaman nereye varacağını bilemediğimiz bir serüven özelliği kazanacaktır. Zorunlu olarak bir kosmos’un gerçekleşeceğini düşünmek de olası değildir. Az karmaşık bir khaos'dan içinden çıkılamaz karmaşıklıkta bir başka khaos 'a geçilebilir. Bilincin başlangıçtaki son derece bulanık ve sisli yapısı kötü bilinçlenme süreçleri boyunca içinden çıkılamaz ölçülerde sorunlu bir kargaşık yapıya dönüşebilir. Khaos" dan kosmos’a geçiş bir yazgı olsaydı eğitim diye bir sorunumuz olmayacaktı. Böylesi bir geçiş bir gölge bilinç için, bir bilinç taslağı taşıyan köpek gibi, maymun gibi. fare gibi hayvanlar için azçok bir yazgı anlamı taşıyabilir. İnsanın bilinç oluşumlarının sağlıklı bir gelişime uğraması konusu her zaman tehlikeler ortaya koyan bir konudur. İyi düzenlenmemiş bir bilinç sakat ya da hastalıklı bir yapı ortaya koyar. Bilincin hastalıkları çok pırıltılı örtüler altında saklanılabilen hastalıklardır. Ruhsal bozuklukların başlıca kaynağı bilinç bozukluklarıdır, bir başka deyişle delilik özellikle kötü bilinçlenmeden beslenir.
Bilinç başlangıçta biçimlenmemiş yapısıyla bir önbilinç özelliği gösterir. Önbilinç ya da gelişim durumundaki khaos, kavramlarından çok karmaşıklarıyla ya da ilkörnekleriyle seçilecektir. Gelişmiş bir bilinçte algı bilgiyi sağlarken bilgi de algıyı olası kılar. Bilginin karşılamadığı bir algı boşa gitmiş bir veriden başka bir şey olmayacaktır. Beni bir başka dünyaya götürseler benim bilincim orada tam anlamında geçersiz kalacaktır, algılarım ben yeni bir bilinç edinene kadar boşa gidecektir. Bilgi üretimi iki yönlü bir alışverişi gerektirir, bilinç veriyi koşullarken veri de bilinci koşullar. Bizim zihnimiz çok zaman karşılıklı koşullaınınayı değil de tek yönlü koşullamayı kavramaya eğilimlidir. Oysa bilincin kendi dışıyla ilişkisi tam anlamında bir karşılıklı bağlaşma sorunu ortaya koyar. Her iki kutup için önceliklilik sözkonusu değildir. Kant bu iki kutbu koyarken önceliği anlığın kategorilerine vermişti. Oysa bilincin kendini kurma koşulları tam anlamında bir etkileşim içinde, bir ben-dünya karşıtlığı içinde kendini gösterir.
Mantıköncesi diye belirleyebileceğimiz ilkörnekler döneminde ya da önbilinç döneminde zihin verici olmaktan çok alıcıdır ve aldığı verileri sınıflandıracak, onlardan bilgiye ulaşacak güce ulaşmış değildir. O koşulda belirleyici dış dünya vardır ama belirleyici iç dünya dış dünyanın belirleyiciliğinde henüz tam anlamında oluşmuş değildir. Bilincin o dönemde khaos oluşu buradan gelir. Çünkü onda henüz bütünün parçalarıyla uyumlu olduğu bir düzen, gerçekliğin özsel yapısını ortaya koyan bir düzen oluşmuş değildir. İlkörnekler dediğimiz karmaşıklar dış etkilerin ya da etkenlerin yapısına göre oluşmuş, biraz da sanki gelişigüzel ya da rastlantısal bir biçimde oluşmuş kaygan bütünlüklerdir. Onlarda türün duyumsama özellikleri belirleyici olmuş olsa da henüz koşullayıcı düşünsel-duygusal birikim oluşmadığından yani bilinç bilinç olarak belirginleşmediğinden her şey başedilmez bir dağınıklıkta kendini gösterir. İlkörnekler dediğimiz bu bütünlükler kavramların oluşumuna temel hazırlarken yokolup gitmezler, yerl eri n i kavramlara bırakıp kendilerini yoketmezler, geç dönemlerde bile varlıklarını ve dolayısıyla etkilerini şöyle ya da böyie sürdürürler. Onlar bilinç dünyasının kyklops’larıdırlar.
Yetkin düşünselliğin temeli, kavramsal düzeneğin sağlıklı yani gerçeğe uygun biçimde oluşturulmasıyla elde edilen tutarlı bilinç koşullarındadır. Khaos’dan kosmos’a geçişin çok değişik yollan olabilir, ayrıca her zaman "Hangi kosmos” diye bir soru sorul a b i l i r. Yetkin bilinç söz ü bize hiçbir zaman tek tip bilinci d.üşündürmemelidir. Bilincin en iyi biçimde ve en iyi koşullarda oluşturulması her şeyden önce bir yöntem sorunu ortay a koyar. Gerçek düzenleyici ya da gerçek bilinç düzenleyicisi felsefedir, çünkü o gerçekliğin en genel şem as mı doğru ol arak çıkarmakla ve temel kavramları doğru olarak bu şemaya göre oluşturmakla yükümlüdür. Öyleyse temel sorun bilinçlenme süreçlerinde felsefenin hangi noktada ve ne anlamda işe karıştırılması gerektiği sorunudur. Eğitim konusunda felsefe açısından ikili bir sorun kendini gösterir: eğitimin düzenlenmesinde felsefenin katkısı, bir de felsefe eğitiminin sağlıklılığı. Eğitimin temel amacı düzenli bir bilinç oluşturabilmek ve böyle bir bilinçte soyutlayıcı etkinliği gerçekleştirip bireyi işlek bir düşünselliğin öznesi kılabilmektir. D üşünmek soyutlamak demektir. düşünebilmek soyutla somut arasında köprüler kurabilmek demektir. Henri Delacroix bu konuda bize şunları söyler: "Araçlarımızı yapmakta bize yardımcı olan soyutlamalardır. En yüksek düzeyde soyutlamalar en iyi araçlarımızı yapmakta bize yardımcı olurlar. Zeka verilmişi kurulmuşta aşma yetisidir. ”
Eğitimde felsefeyi etkin kılmak ve eğitimi felsefeyle etkin kılmak bilincin sağlıklı gelişiminde felsefi, bilginin iki yönlü bir önemi olduğunu gösterir. Eğitimi düzenlerken felsefenin yapıcı gücünden yararlanmak kadar genç insanlara iyi bir felsefe eğitimi sunmak önemlidir. Eğitimcilerin, özellikle eğitimi düzenlemekle yükümlü kişilerin felsefi bir bakış açısına ulaşmış olmaları bir zorunluluktur. Felsefenin düzenlediği bir bilinçle eğitim koşullarını oluşturmak zorundayız. Özellikle yöntem sorunu her zaman ve her alanda felsefi bir donanımı gerektirir. Öte yandan, bu yönde güçlü bir uzmanlar topluluğu oluşturabilmek için, aynı zamanda her alanda güçlü düşünenler toplulukları oluşturabilmek için felsefe eğitiminin gerçek anlamda etkin kılınması gerekir. Her iki yönde de başarılı olabilmek için kavram eğitimine ağırlık vermek bir zorunluluktur. Sorun genellikle yanlış anlaşılıyor, küçüklere felsefe öğretmek ya da bir başka deyişle felsefe eğitimini küçük yaştan başlatmak olarak anlaşılıyor. Oysa soyutlayıcı zihin çocukluğun koşullarında gerçekleştirilemez, bu yönde yapılacak zorlamalar çok kötü sonuçlar verebilir.
Önemli olan küçük yaşta felsefe öğretmek değil, eğitimin bütün basamaklarında felsefenin yol göstericiliğinde iyi bir kavram eğitimi uygulamaktır. Felsefe gerçekliğin temel kavramlarını içerdiğine göre, küçük yaşlarda bu temel kavramlara giden yolları açmaya çalışmak gerekir. Küçükler bir felsefe kuramını enine boyuna kavrayamazlar ama yaşamlarında önemli yerler tutan başlıca kavramların anlamlarını pek güzel kavrayabilirler. Bu kavramların içeriklerini onlara tarihsel çizgi boyunca uygarlıkların gelişimini anlatırken vermek gerekir. Örneğin bir ortaokul öğrencisi “demokrasi” kavramını demokratik oluşumların tarihi içinde pek güzel anlayabilir. Ona örneğin yunan demokrasilerinin nasıl demokrasiler olduğunu yunan toplumunun oluşum koşulları içinde kolayca anlatmak olasıdır. Felsefe öğretiminin temeline uygarlık tarihini ya da kültür tarihini koymak gerekir. Bu tarih kavramsal açıklamalar için genel bir şema oluştururken kavramsal düşüncenin gelişim serüvenini de gösterecektir. Buna karşılık kaba tarih öğretimini ya da olayların tarihiyle ilgili öğretimi bırakmak, olaylarla ilgili açıklamaları uygarlık gelişimleri içinde açıklığa kavuşturmaya çalışmak doğru olur. Felsefe eğitimini gerçek anlamda bir bilinç düzenlemesi olarak görürsek doğru bir iş yapmış oluruz.