Nedir dogmacılık? Düşüncenin belli kalıplaşmış, dondurulmuş, değişmez ve değiştirilmez formüllerle boş bir kasnak gibi işletilmesidir. Böylece artık düşünce denemez buna. Çünkü düşüncenin yapısı ilerlemek, derinleşmek, araştırmak, ilişki kurmakla belirlenir. Dogmatizm ise bütün bu sorunları kökünden halleder. Her şeyi hazır verir, komprime fikirler yutturur. Gözlere iki boyutlu ve menzili sınırlayan bir gözlük takarak bilgi ve fikir standartları saptar. Dogmatizmin tutsağı olmuş bir düşünce için ne yaratıcılık, ne doğru değerlendirme mümkündür. Hatta doğru bir saptama bile yapılamaz dogmatik düşünceyle. Çünkü bir doğru bile, çepçevre sınırlandırılıp dondurulduğunda, artık hiç bir gerçekliğe karşılık olamayacağı için, doğru olmaktan çıkar.
Dogmatik düşünce, kişiyi de ortadan kaldırır. Yeni ve özgün her ürüne kapıları sımsıkı kapalı olduğundan, ancak yığınsal bir niteliği vardır. Kendini yenileme, onarma, düzeltme, değerlendirme ve yeni bir şey söyleme olanağından özü gereği yoksun olan dogmatizm, ister istemez —üstelik de isteyerek— bütün bu etkinlikler yerine, bin kere kullanılmak üzere bir kere hazırlanmış şemalar, klişeler, etiketler, formüller kullanır.
Demek ki öğretimde, dizgeleştirmede belli bir basitlik ve kolaylık sağlamak gibi masum bir amaçla kullanıldığı akla gelebilecek olan şema, etiket ve formüllerin ardında da çoğu zaman sinsi bir dogmacı anlayış bulunmaktadır. Bir felsefe görüşü ya, da dizgesi mi ele almıyor incelemek, açıklamak, yerini belirlemek üzere? Konur üzerine şablon gibi bir şema, dışarda kalan kısımlar budanıp içerde kalan boşluklara yamanır, saptırılmış, aslıyla ilgisi kalmamış anlamsız bir söz yığını halinde aktarılır.
Şemacılık, birbiriyle ilişkisiz de olsa, karşısına çıkan her düşünceye, kişiye, yapıta elindeki sınırlı sayıdaki etiketlerden birini yapıştırır. Bilgi mi verecek, bir şey mi öğretecek? Gerçeğin can alıcı noktasını dışarda bırakacak formüllere başvurur. Andre Gide, Dostoyevski üzerine yazdığı çok ilgiye değer incelemesinde bu saygısız klişecilikten şöyle yakınmaktadır: «Halk her yeni ad karşısında ne gibi bir tavır takınması gerektiğini bilmek ister ve zihnini karıştıracak şeyleri hoşgörmez. Pasteur’ün adı geçti mi hemencecik: Ha, evet, kuduz aşısı diye düşünebilmekten hoşlanır.
Nietzsche mi, Üstİnsan; Curie mi? Radyum... M. de Vogue Suç ve Cezanın son kısımlarında yerleşmiş bulduğu doktrini kendi icadıyla «acı çekme dini» diye adlandırıp böylece portatif bir formül halinde klişeleştirdiği zaman Dostoyevski az daha Fransa’da başarı kazanacaktı... Fakat ne yazık ki, adam formüle sığamıyor, her yanından taşıyordu.»
Gide bu tavrı zekadan pek az hoşlanılmasına bağlıyor. Doğru! Zekadan pek az hoşlanılır. Çünkü pek cömertçe dağıtılmış değildir. Nasibini pek az alabilmiş olanların da zorlaya zorlaya gösterebildikleri zeka, bu bakımdan daha bahtlı olanları kendi düzeylerine indirgemek, hiç değilse öyle sunmak üzere, düşüncenin ufkunu eğri camlardan yapılmış zavallı cep aynacıklarından yansıtmaktadır. Dogmatiklerin ağına düşmüş, böylece koşullandırılmış ve zaten ilgileri başka yönlerde olan yığınları, ancak bayatlamış kırıntılarını yiyebildikleri yemeğin asıl lezzetinden habersiz kaldıkları için suçlamak haksızlık olur. Gide’in eleştirdiği de aslında halk değil, M. de Vogue ile tipleşen formülcü, etiketçi düşünür (!) baylar olsa gerek.
Düşüncede dogmatiklik sanıldığından çok daha yaygındır. En basitinden kendimizde ufak bir yoklama yaparak farkına varabiliriz bunun. Kendi kültür dağarcığımızdan, kültür tarihine mal olmuş kişi isimleri, yapıt isimleri çekip bunlar üzerine bildiklerimizi birkaç tümceyle ifade edelim. Sonra bu ifadelerimizin üzerine, çok değil, sadece biraz eleştirel bir tutumla eğilelim. Dogmatiklik denen düşünce kanserinin bunlara, az ya da çok, mutlaka bulaşmış olduğunu göreceğiz.
Bu hastalık bu kadar yaygınlaşma şansına nereden sahip oldu? Bunun nedenlerinin pek içinden çıkılmaz türden olduklarını sanmıyorum. İnsanın kolaya eğilimli olduğu psikolojik bir olgudur ve barutun olmadığı yerde savaş kaybedilir. Düşünmek; kılı kırk yararak, ince eleyip sık dokuyarak, tutkuyla düşünmek, bir yetenek sorunu olduğu kadar da zor ve zahmetli bir iştir. İnsanların oldukça büyük bir çoğunluğu bu işten yan çizerler. Böyle yaptıklarını itiraf etmek de işlerine gelmez. O zaman da en çıkar yol, pek hayır sahibi dogmatik düşünürlerin, onlar için kafacıklarıyla bulup buluşturmuş oldukları formüllere, klişelere sarılıvermek, etiketleri ezberleyivermektir. Önce de belirttiğimiz gibi, böyle yapmayı yeğleyen kişilere ne söylecek sözümüz, ne söz söylemeye hakkımız var. Sözümüz düşünsel düzeyleri sadece kendilerini ilgilendirenlere, verilenle yetinenlere değil, düşünce hayatına dogmatizmi bir at sineği gibi musallat eden; kişilere, toplumlara, çağlara hadım edilmiş, eli kolu bağlanmış, çekmecelere tıkılmış bir düşünce biçimini ve tutumunu önerenleredir. Dogmatik düşünce önderlerinin işledikleri suç, mutlak olarak gerçekleşme olasılığının tasarlanmasından bile dehşete düşülecek bir kültür jenosididir. Bu suçun bilinçli olarak işlenmesini göze aldıran tutku, her somut durumda farklı yansımakla birlikte, son çözümlemede kesinkes insani; yaşam damarları olan kültür tarihiyle insan başarılarının birikimiyle kurulmuş bağından kopararak, tertemiz beyinleri yoğurmak ve eritip, istenen robotların kalıbına dökmek tutkusudur.
Bu ise kuşkusuz, sınıfsal çıkarlarını gittikçe besleyip palazlandırarak gerçekleştirmek uğruna, başvurmaktan çekinecekleri hiç bir araç bulunmayan egemen güçlerin, gökte ararken yerde buldukları bir düşünce kalıbıdır. Onlar her durumda, düşünmeyen ve giderek düşünmeye düşünmeye bu yetileri körelen, beyinleri tek tornadan çıkmış insanlara sıkıntısızca hükmetmenin rahatlığını hiç bir şeye değişmeyeceklerdir. Çağımızda dogmatizmin, amaçları ve sonuçları bakımından akademik nitelikte, uzmanlar arası tartışmalar sınırını çoktan aştığı gözönünde tutulacak olursa; düşünce düzeyinde her şeyden önce dogmatizmle mücadele etmek, onun düzenlerini bozmak, yanlışlarını açıkça ortaya koymak ve devrimci özünün düşünsel alandaki yansımasıyla onu tarih önünde mahkûm etmek, insanı ve insanın değerini temele koyan, insanın mutluluğunu ve bütünselliğini amaçlayan ve bu amaca ters düşen her düşünce ve eylemi can düşmanı sayan diyalektik materyalist felsefenin vazgeçilmez görevidir.
Bu felsefeyi ve ondan kaynaklanan dünya görüşünü benimseyenler, bu mücadeleyi gerçek anlamda yürütebilmek ve haklılıklarını koruyabilmek için, her türlü önyargı ve kabulden arınmış bir özeleştiri ile önce kendi düşüncelerinde, doğru anlaşılmış bir diyalektiğin zorunlu kıldığı tutarlılığı sağlamalıdırlar. Bu yapılmadığında, ters yönden gidip yine dogmatizmin kucağına düşülmesi kaçınılmaz olacaktır ki, dogmatizmin (d)sini bağışlamayacak bir felsefenin savunucuları olan bizler için bu, umut kırıcı bir sonuç olur. Ne yazık ki, böylesi bir yanılgının, yani dogmatikliğe hakkı olmayanların dogmatikliğin tam göbeğine düşmelerinin örnekleri de azımsanmayacak sayıdadır günümüzde. Sözü oraya getireceğim şimdi.
Dogmatizm, birçok etkenlerin yardımıyla, ağma en zor düşürebileceği bir yapıya ve öze sahip olan sosyalist kurama da musallat olabilmiştir. Bu onun en garipsenecek başarısıdır. Çünkü sosyalist dünya görüşünü benimseyenlerin dayandıkları düşünce dizgesi diyalektik materyalizmdir. Diyalektik materyalizm ise; doğada, tarihte, insanda, kısacası varlığın tüm alanlarında sürekli bir devinim, oluşma, değişme olduğunu görebilen, hiç bir şeyin ilişkilerinden ve bütünlüğünden soyutlanamayacağını, her etkinliğin temelinde etkileşimler, atılımlar bulunduğunu tutarlılıkla temele alan bir felsefedir. Eleştiri, tartışma, yenileşme, gelişme diyalektiğin doğasındandır. Hem bir felsefe olan, hem bu felsefeye tutarlılıkla bağlı bir dünya görüşü veren bu öğreti, kaçınılmazcasına, korumak zorunda olduğu bir iç dinamizme ve her durumda, her aşamada canlı kalan, hep gelişerek yaşayan bir öze sahiptir.
Bu kuramın pratikteki izdüşümünün temel düsturu, her şeyin insan için olduğudur. Kuramın öngördüğü tüm öğe ve etkenlerin hakkını vermeye yönelik çok boyutlu bir değerlendirme, pratikte mutlaka «somut durumun somut çözümlenmesi» ilkesiyle yansımalıdır. Bu zorunluluk, diyalektik materyalizmi, düşüncenin yoğun etkinliğiyle yoğurup, sindirerek benimsemiş olanlara, formülleri, etiketleri, dondurulmuş kalıpları, şemalar içerisine tıkılarak canlılıktan yoksun bırakılmış fikir iskeletlerini ve özetle dogmatizmin her türlüsünü yasak eder.
İnsanın yapısında taşıdığı bütün olanakları gerçekleştirebilmesini, tüm yabancılaşmalardan kurtularak bütünselleşmesini, özündeki yaratıcılığa ve insanlığın verdiği bir hak olan saygınlığa, kendini ve kendisiyle birlikte doğal ve toplumsal çevresini değiştirip yenileyerek, gerçek anlamda kavuşmasını amaç edinen bu felsefe, içerisinde bir ahlak görüşü de taşır. Kuramın gerektirdiği ahlak; sorumsuzluğu, kişiye tapmayı ve her türlü tapmayı, saptırmaları, sığ değerlendirmeleri, insan onuruna ve değerlerine saygısızlığı kesinkes yadsıyan bir ahlaktır. Dogmatizm, sosyalizmin kuramsal yapısına, uygulama biçimlerine olduğu kadar, ahlakına da aykırıdır.
Dogmatik düşüncenin güdümüyle devrimin hiç bir türlüsüne yönelme olanağı yoktur. Mikrobu kapanlar, günlük yaşamdan ekonomiye, toplumsal kuramlardan kültüre kadar, el attıkları her şeyi çökertirler, insanı çökertirler.
Nasıl oldu da birbirine bu kadar aykırı iki düşünce tarzı, belli dönemlerde, belli kimselerin düşünce yapılarında el ele verdi? Bu işbirliğinden zararlı çıkan kim oldu? Zararlı çıkan tabiatiyle, sosyalist kuram oldu. Çünkü yozlaştırılan, tanınmaz kılığa sokulan, yobazlaştırılan oydu. Dogmatik düşüncenin, olduğundan daha katı, daha ölü, daha donuk hale gelmesi olanaksızdı çünkü. Bu çakışmayı olanaklandıran ise, uygulamada ortaya çıkan ve temel düşüncenin dinamizmi ile yenilip, çözülmesi gerekirken, belli somut koşullar altında göz yumulup, hasıraltı edilmek istenen sorunlar idi. Çakışmayı hızlandıran etmen, düşüncenin kısıtlandırılması, kuramın formüller haline getirilip, sloganlara dökülmesi oldu. En önemli sorunlardan birisi de, sağlıklı bir uygulamanın yapılabilmesi için, bu felsefenin kitlelere anlaşılır biçimde aktarılabilmesi zorunluluğuydu. Bunun sağlanabilmesi için başvurulan düşünce komprimeleri, donmuş sloganlar ezberlenip yaygınlaşarak, belki ilk iç çelişkiyi oluşturdular. Kısa zamanda tahammülsüzlük, gelişme ve yenileşme girişimlerine baskı ve etkili bir tek yanlı suçlama aldı yürüdü.
Dogmacılığın; yaşamı, dünyayı, insanı ve içinde bulunulan koşulları yorumlamaya ve geliştirmeye en elverişli bir felsefeyi kemirmesini önlemek isteyenler, karşı çıkanlar, «hayır!» diyenler hainlikle suçlandırıldılar, tehdit edildiler, tecrid edildiler. Bu eğilim, dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi bizde de, cendereyi ele almakta gecikmedi. Salgının öznel ve nesnel nedenleri vardı. Nesnel nedenler, aşırı bir «işe geleni empoze etme» amacının ürünleri ise, öznel nedenler kişi kültlerinin öksesine tutulma, yetersizliklerin yüceltilmesi (sublimation) basite indirgemenin sağladığı yüzeysel rahatlık olabilirdi.
Hastalığın düşünce düzeyinde yansıyan belli başlı iki görünümü vardı: Birincisi, öğretiyi kendi içerisinde kalıplaştırmak, kısırlaştırmak, dondurmak, bazı temel kavramları akıl almaz bir dar görüşlülükle yadsımak ve bıkıp usanmadan çalınıp dinlenen, dinletilen, anlamı yitirmiş bir plak haline getirmekti. İkincisi ise; öğretinin dışındaki bütün görüşleri, felsefeleri, sanatı, kültürü, insanlığı tarih boyunca biçimlendirmiş olan değerleri iki yanı keskin bir bıçakla kesip biçmek, ince ince kıyıp bazı kalıplara sıkıştırmak, ya da yontup şekilsizleştirerek tanınmaz hale sokmaktı. Bu; eksik okumak, tek yanlı okumak, ya da kendi söyleyip kendi dinlemekle beslenip temellendirilen bir tavırdı. Yapılanın bu olduğunun bilincine varanlar, düşüncesini dogmacılığın hizmetine vermemiş, kuramın yapısındaki sağlamlığa ve önerdiği erdeme inanmış olanlar, bu yozlaşmaya, bu aykırı tavra başkaldırdılar. Bu akıl almaz dogmatik sapmayı kabullenemeyen birinin içtenlikle söylemiş olduğu bir sözü, siyah harflerle yazıp çoğaltarak, bazı kitapların kapağına, bazı kişilerin yakasına iliştirmek istemişimdir hep. O, «Biz, Ekonomi Politiği okumadan, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’yı okuduk» diye acı acı yakınmıştı!
Sosyalist düşünceye arız olan dogmatikliğin birinci görünümü, öğretinin budanıp, kuşa çevrilmesi, dondurulup kalıba dökülmesi idi. «Her şey insan için» ilkesini ayakların altından çektiler, öğretinin tüm öğeleri umarsızca orada burada uçuşmaya başladı. Sosyalizmin bir hümanizm olduğunu istihza ile yadsıdılar. İnsan değerleri, yabancılaşma ve mutluluk kavramlarını tukaka ettiler. Diyalektik materyalizmin kurucusunun, hareket noktası olarak aldığı ve belli bir amaçla işleyip geliştirdiği bu kavramların değerlendirilmesini, sapma olarak nitelediler Marx’ın öğretisinin temelindeki «insan» düşüncesini alaya alıp, bir felsefe görüşünü, salt ekonomik bir öğretiye indirgemek için, bu kavramların en geniş biçimde ele alındığı gençlik yapıtlarını ve özellikle 1844 El Yazmaları’nı, Marx’ın, bilimsel sosyalizmi anlamadan önce (!) yazdığını ileri sürdüler.
Marksist Fransız düşünürü Henri Lefebvre, marksizmdeki dogmatikliği inceden inceye çözümleyip eleştirdiği «Marksizm ve Fransız Düşüncesi» adlı yapıtında bu konuda şunları söylüyor:
«Her yere mutlak kopukluklar sokuluyordu. Marksizme ve marksizmin formasyonuna da. Marksizm kaynaklarından, menşelerinden, formasyonunun sürecinden koparılıyordu. Hegel? Tarihin çöp tenekelerine atılıyordu. Onunla beraber Fransız sosyalistleri, İngiliz ekonomistleri de. Hegelciliğin, 19. yüzyıl başlarında Alman reaksiyonunun felsefesi ve Fransız ihtilaline karşı ideolojik silah olduğu şeklindeki tanımı çok iyi biliyoruz! Şu halde bizzat marksizmin formasyonu içerisinde, Marx ve Engels’in hayatında belirli bir tarih bulmak gerekiyordu. Öyle bir tarih ki, bundan önce marksist doktrin olmasın ve bu tarihin hemen ertesi günü doktrin orada hazır bulunsun... Marksizm bir G günü ani olarak ortaya çıkıp, bir tarih taşıyınca, bu tarihten önce yazılıp söylenenler, Marx tarafından da söylenmiş olsa, «tarihin çöp tenekelerine» düşüyorlardı.
Marx’ın gençlik eserlerinin incelenmesinin bu tutumdan ne kadar zarar gördüğü anlaşılabilir.»1
Dogmatizmin bu birinci görünümüyle kolkola giden ikinci görünüm ise, tarihi iki kampa bölme ana temasından hareket ediyordu. İki kamp kuramı, en kaba biçimiyle sağcı düşünüş solcu düşünüş ayrımıyla ortaya konuyordu. «Tarihin çöp tenekeleri« doldu doldu taştı. Dogmatikler, tarihin bir süreç olduğuna, etkileşmelere ve yenileşmelere gözlerini sımsıkı kapadıkları gibi, diyalektik materyalizmden tarihçe önce gelen, ya da doğrudan doğruya öğretinin içerisine yerleştirilemeyen, insanlık tarihinin doruk kişilerine, doruk yapıtlarına açıktan açığa hakaretler savurmaktan geri durmadılar. Bu hakaretlerden kendi katı dogmatizmlerine karşı duranlar, felsefenin, sanatın, bilimin ortaya koyduğu bilgi ve değerlerin hakkını vermek isteyenler de, sosyalist oldukları halde, yeterince paylarını aldılar. Homeros’tan Dostoyevski’ye, Aristoteles’ten Hegel’e, Darwin’den Einstein’a kadar, insanlık durdukça yadsınamayacak önem ve değerdeki kişiler, tarihin çöp tenekelerinde üst üste yığıldılar. İki kamp kuramı salt düşünce alanında olduğu gibi, sosyoekonomik genetik yapılarak, düşünce ve kültür yaşamında bunun yansıtılmasıyla da hükmünü sürdürmeye devam etti. Bunun sonucunda, bir anlam verilmesi son derece zor olan burjuva bilimi —proleter bilimi, burjuva sanatı— proleter sanatı gibi ayrımlar sonuna kadar her yere uygulandı.
(1) Marksizm ve Fransız Düşüncesi, Henri Lefebvre (Çev. Süha Çilingiroğiu) Kovan Yayınları İzmir, 1966. s. 24 25.
Burjuva bilimi içerisinde Einstein, görelilik kuramı, atom fiziği, nükleer fizik, quantum kuramı vardır örneğin! Küçük burjuvanın dramlarını, insanın irinli iç derinliklerini anlattığı ileri sürülerek yadsınan sanatçıları bir düşünürsek, 1920’lerden önce dünyada sanat yapılmadığına gülmek mi, ağlamak mı gerekir. Birkaç yıl önce önemli bir fıkra yazan Dostoyevski için aşağı yukarı şunları yazmıştı: «Derinlik, derinlik! Ama nedir bu derinlik? Bir yığın irinli pislik. Dostoyevski’den başka ne kalmıştır? Aldatılanlardan, vefasız nişanlılardan söz edilir hep burjuva sanatında. Oysa sosyalizm kurulunca vefasız nişanlı olmayacaktır. Herkesin ekonomik düzeyi eşit olunca, kimse nişanlısına vefasızlık edip, durumu daha iyi olana gidemeyecektir.» Bir söz eklemeyi gereksiz buluyorum. Ekleyemeyeceğim.
İki kamp kuramının düşünce tarihini kavrayıp yansıtış biçimi de çok ilginçtir. Dogmatiklerin önünde iki seçenek vardır: ya belli bir düşünürü çekiştire çekiştire esnetip uzatarak materyalist gibi göstermek, ya tam tersine onu yerin dibine batırmak. Materyalizm ve idealizm her yerde geçerli iki şablon oluyordu. Bunların dışında bir felsefe, bir düşünce, bir sorun olamazdı. Bunların çeşitlenmelerinin, ayırtılarının ortaya koydukları bilgilerin değerinin ne olduğu ise söz konusu edilmeye değmezdi. Lefebvre, Fransız sosyalist dogmatizminde bu dar kafalılığın nasıl yansıdığını da çok açık anlatıyor: «İki kamp teorisi felsefede ve felsefe tarihinde katılaşma eğilimindeki bir temanın, materyalizm ile idealizm arasındaki zıtlık temasının yeniden ele alınmasına vardı. Geçmişteki ve zamanımızdaki her düşünüre ve her fikre materyalist ve idealist etiketi konabileceği, hatta konulması gerektiği üzerinde fikir birliğine varıldı. Sert sınıflandırma bütün tarihe yayılıyordu. Örneğin marksist tarihçinin felsefedeki görevi, Descartes’ın bir materyalist olduğunu göstermekti. Ya da meseleyi ters çevirerek, fakat bütünüyle muhafaza ederek, niçin Descartes’ın materyalizme ulaşamadığını, fakat idealist bataklıkta çamura bulandığını göstermekti.»2
Peki biz geri
kalır mıyız? Düşünen, değerlendiren, yorumlayan ve felsefeyle biraz
olsun ilgilenmişliği olan herkesi dehşete düşürecek tipik bir
dogmatiklik örneğidir «Sağcı Düşünüşün Kritik Tarihi».3 Bu kitaba göre
sorun son derece basittir. Eşitlikçi olan düşünceler soldur,
eşitsizlikçiler sağ! Etiketleri yapıştırırken şişeleri karıştırmanın da
pek önemi yok. İşte size sağcı düşünürlerin listesinden seçmeler:
Homeros, Herakleitos, Sokrates, Aristoteles, Dante, Hobbes, Darwin,
Comte, Spencer, Freud, Wagner, Spengler, Lincoln daha kimler kimler...
Çöp tenekelerinde yer kalmadığı gibi, felsefe ve kültür tarihinde de
kimse kalmıyor böylece. Sonra incelemenin sonuna şemalar giriyor. Keskin
bıçak insafsız! İki sütuna ayrılmış sosyalist düşünce ile sağcı düşünce.
Bu, ne zaman dogmatizmden, şematizmden
söz edilse ibretle tekrarlanmaya değer bir örnek. Gelişigüzel seçiyorum
sütunlarda yer alan maddeleri:
Şimdi sağ taraftaki niteliklerle, adı geçen kişileri etiketleyelim, nerede sosyalist görürsek sol taraftaki etiketleri de üstüste onun üzerine yapıştıralım. Ortaya tarihin yazmadığı, yazamayacağı hilkat garibelerinin çıktığını göreceğiz.
(2) A.g.e. s. 24.
(3) Sağcı Düşünüşün Kritik Tarihi, Adam Şenel Doğan Yayınevi, Ank. 1968.
Birçok ülkede bu hastalığın önlenmesi için mücadele edenler var. Kuramı yeniden inceleyerek, sorunlar üzerinde düşünerek yeni çözümlere, yeni bireşimlere vararak ve katı bölümlemelere, sınıflandırmalara, daraltmalara, etiketlemelere hep «hayır» diyerek yürütülüyor bu mücadele. Tartışmanın, eleştirinin, belli bazı konulara eğilmenin zorlaştırıldığı dönemler, dogmatizmin kök salması için bulunmaz ortamlardır. Bu yüzden daha dikkatli, çok dikkatli olmalıyız. Düşünenlerin dogmatik olmaya hakları yoktur. Sosyalistlerin ise hiç haklan yoktur. Eleştiriyi temele almak, her ürüne kendimiz eğilip bakmak, tarihin ve düşüncenin bütünlüğünü gözden kaçırmamak, bir fetva vermeden önce bilmek, adamakıllı bilmek zorundayız.
Sosyalist Düşünce
Kozaliteci
Determinist
Bilimsel
Mekanizmacı
Optimist
Rasyonalist
Realist
Dogmatik değil
Sağcı Düşünüş
Monist ya da düalist
Materyalist
Endüksiyoncu
Monist ya da düalist idealist
Dedüksiyoncu analojici
Finaliteci
Endeterminist
Bilimsel değil
Organizmacı
Pesimist
İrrasyonalist
Fatalist
Dogmatik vs. vs.
Son sözü, kendi adıma, bu konuda en derinlemesine eleştiriyi, en silkeleyici uyarıyı yapmış olan Lefebvre’e bırakıyorum yeniden: «Dogmatikler kendi oportünizmlerini örtmek için hoşlarına gitmeyen kimselere oportünist etiketini yapıştırırlar. İçlemi ve yönüyle tenkidim sol bir tenkittir. Bunu söylüyorum, bunda ısrar ediyorum. Özellikle yeter derecedeki budalalık ve sathiliğe karşı mücadele etmeye çalışıyorum.»4
(4) Marksizm ve Fransız Düşüncesi, s. 8.