Dilin Gücü, Anlatımın Gücü

Nermi Uygur


Kimse bile bile dilin gücünü yadsımaz. Yadsırsa, her şeyden önce kendine eder. Dile saygısızlık insanın kendi özüne saygısızlıktır. Dilin öcü uğradığı saygısızlıkla oranlıdır: Söylediğine dikkat etmeyen, sözcüklerini tartarak kullanmayan, dil gereklerine aldırmayan, dil başıbozukluğunu alışkanlık haline getiren bir insan zararın her türlüsünü göze almalıdır. Felaketten felakete sürüklenir bu gidişle. Kendi canıyla bile ödeyebilir bu tutumunu. Olağanüstü durumlara uzanmayalım, daha günlük yaşayışta 'Evet' yerine 'Hayır', 'İyi' yerine 'Kötü', 'Gel' yerine 'Git' dediğimizde, öylesine eylemler boşandırırız ki, bununla yaşayışımızı kendi elimizle kötürümleştiririz. 'Binbir iş arasında bir de dille mi uğraşacağım? Dilcilerin olsun dil!' diyenlerin işleri ergeç sarpa saracaktır. Bu gibiler yanlış bir dil anlayışının kurbanıdır, insan için ne bir yüktür dil, ne de sırf bilimsel bir konu. Tam tersine çoğun yükümüzü hafifletiriz dille, insanca yaşayışımızı sağlarız konuşmayla. Bilim konusu olarak dilin büyük önemi de bundan ileri gelir.

Aslında dile saygı dosta beslenen saygı olmalıdır. Gerçekten de bir bakıma vazgeçilmez bir dosttur dil. Biz insanlar dilsiz yaşayamayız. Dil en büyük yardımcımız bizim. Dünyayı mı bilmek istiyoruz, dilsiz olmaz bu. İçinde yaşadığımız dünyayı bilmeden de var olamayız. Çevremizdeki tanıdık nesnelerden tutun, bize en yabancı görünen olaylara varıncaya dek, bilgi diye belirlediğimiz her şeyi, bu belirleyişimiz sonradan yanlış çıksa bile, hep dille başarırız. Yalnızca nesneleri mi bilebiliriz dille? Başkalarını da, kendimizi de ancak dile getirdiğimiz ölçüde gün ışığına çıkarabiliriz. Dil işe karıştı mı bilgi bulanır, sözcükler konuştu mu doğru gizlenir diye düşünenlerin kulakları çınlasın. Sözcükleri, ya da birtakım dil işaretlerini işe karıştırmadan bildiğimiz birçok şey var tabii. Örneğin algı verilerimizin çoğu böylesine dil ötesindeki bir bilmede kendini sunar bize. Gelgelelim çok kez bilim öncesinde, her zaman da tek tek bilimlerde dile getirmediğimiz, dolayısıyla başkalarına aktarmadığımız bir bilgi, bilgiden başka her şeydir.

İnsan için yalnızca dünyayı bilmek diye bir şey yok, ama etkindir insan, eyler, iş de görür. Eylem insanın, hem insan tekinin hem de insan kuşaklarının olanca genişliğiyle zamanda, uzayda yönelmesini sağlayıp güder. Böylesine köklü bir insan başarısı da işte dile yapışıktır. Eylemleri tasarlayıp başlatmak, onları birbirine bağlamak, belli amaçlara göre düzenlemek, sonuçlarını verimlendirmek... Bütün bunlar hep dili, değişik ölçülerde konuşmayı gerektirir. Dilsiz el sakardır. Konuşmayı kesin, iş durur. Bazı işlerde konuşmanın yasak edilmesi, dilin toptan yetersizliğini belgelemez. Bir işi yaparken konuşulmuyorsa, ya da konuşma en aza indirilmişse, bu belki de o işteki sessiz gidişi yola koymak için daha önce pek çok konuşulmuş olmasındandır.

Yerinde kullandığımız bir söz kadar insanı mutlu kılan pek az şey vardır, usta ozanlar, ünlü kumandanlar, örnek devlet yöneticileri başarılarını çokça dille iyi geçinmeye borçludur. Ozanlar söz insanıdır. Yaşama alanı dildir onların. Ozanı ozan kılan her şeyden önce dille arasındaki bağdır. Dil sevmeyen, bütün varlığını bu sevgide toplamayan ozan olamaz. Ozanlığın özü sevgiye dayanan bir dil saygısındadır. Sözcüklere ilgisiz, dil kurallarına kaba, konuşma inceliklerine anlayışsız bir ozan bir çelişme gibi görünüyor bana. Ses değerlerinden habersiz bir Verlaine, anlamlara sağır bir Büke düşünebilir misiniz? Ozan dili hiç hırpalamaz demiyorum. Hırpaladığı da olur. Bize öyle gelir daha doğrusu. Nitekim dile saygısı tamsa, gerçekten ozansa, dile davranışındaki aykırılıklar, şüphesiz ki, dilde gizli olanakları verimlendirmek üzere girişilmiş olan denemelerdir.

Hep biliriz: Kumandanlık sanatı bir bakıma el altındaki askerleri ölüme gönderme sanatıdır. Buyrukların aracılığı ile olur bu da. İyi dile getirilmiş bir buyrukla seve seve ölür bazı insanlar. Harınibal'ın, Napoleon'un, Atatürk'ün ağzında etkileme gücünün doruğuna çıkar sözcükler. Atatürk'ün 'Ordular!' diye bir seslenişi var ki, ordularca bir güce bürünüveriyor bu tek sözcük.

Anlatıldığına göre Konfüçyüs’e bir gün sormuşlar: “Bir ulusun tüm yönetimi sana bırakılsaydı ilkin ne yapardın?” Ne demiş, bileceksiniz, Konfüçyüs. İlkin dili düzeltirdim, demiş. Kanıtı da şöyle: 'Dil düzgün olmayınca, söylenen söylenmek istenen değildir; söylenen söylenmek istenen olmayınca, yapılması gereken yapılmadan kalır; yapılması gereken yapılmadan kalınca, törelerle sanat geriler; törelerle sanat gerileyince de adalet yoldan çıkar; adalet yoldan çıkınca halk çaresizlik içinde kalır, işte bundan söylenmesi gereken başıboş bırakılamaz. Bu her şeyden önemlidir.' Yerden göğe hakkı var bilge Konfüçyüs’ün. Neyliyeyim ki dili devletçe kurallaştırmak başaralı sonuçlara varmayabilir de. Ama şu apaçık: Uğraşı alanı ne olursa olsun her yönetici, ilkin kendisinden başlayarak, dile saygıyı kökleştirme işinde elinden geleni esirgememelidir. Yöneticinin asıl uğraşısına giren bir ödevdir bu. Her yönetici dil eğitiminde örnek olmalıdır. Toplumun dil varlığına omuz silken bir devlet adamının yönetimi kötürümleşir.

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült  
Felsefe