Çağımızda Hümanizm Ne Değildir?

Füsun Altıok


Tarih boyunca hümanizmin ağırlık kazandığı, belli düşünsel ve sanatsal eğilimlere adını vererek bir akım niteliği taşıdığı, hatta —hiç olmazsa aydın çevrelerde— egemen olma durumuna geçtiği, dönemler olmuştur. Günümüzde ve ülkemizde de hümanizmin sık sık sözü edilmekte, bu soruna yine özellikle sanatla, felsefeyle ve insan bilimleriyle ilgili kişiler eğilmektedir. Ben hümanizm özümlenip benimsenirken, çağımızda yerleşmesi gerektiğine inandığım bakış açısından söz etmek istiyorum.

Hümanizm tarihsel bir akım olarak Rönesans döneminde kendini göstermiştir. Bu dönemin hümanizmi Petrarque, Erasmus, Laurent Valla gibi kişilerin eserleriyle örneklenir. Bu tarihsel başlangıçta hümanizmin taşıdığı anlamı, Hıristiyanlığa karşı, hellenizmin «ihyası» için coşkun bir özlem olarak özetleyebiliriz. Sözcüğün anlamından hareket edilince her dönemdeki görünümüyle hümanizmin bazı farklı düşünceler içermekle birlikte, ağırlık noktası ve merkezi ‘insan’ olan bir görüş olarak belirlenebileceği şüphesizdir. Hümanizm rönesansta belki bir akım, bir dünya görüşü niteliği taşımıştı; fakat bunu izleyen dönemlerde, çağların her türlü değişimleri karşısında oldukça farklılaşmış, türlü dünya görüşlerini yönlendiren bir yan öge olarak nitelenebilecek düşünsel ve duygusal bir eğilim haline gelmiştir. Bir okul, bir dizge olmasını sağlayacak yapısal özellikleri yoktur. Yunan dünyasının değerlerini yeniden benimseme evresinde hümanizmi, teizme karşı bir töre (moral) önerisi olarak görüyoruz. Bu önerinin başat nitelikleri, dinin ve gökselliğin baskısına karşı insan özgürlüğünün savunulması ve öteki dünyaya karşı bu dünyaya, yaşama ağırlık verilmesidir. Hıristiyan düşüncesinin ideal insanı olan çileci (ascöte) tipinin karşısına hümanist düşünce, Erasmus’un ‘Deliliğe Övgü’sündeki «moros» tipini getirmiştir. Evet bir deli! Ama çağın, insanı kıskıvrak bağlayan egemen değerler sistemine başkaldırıp kendine dönen, ruhuna bedenini ekleyen, tanrı kullarının uykularına kasteden bir deli nasıl bir deliyse, öyle bir deli! Böyle dile gelen 16. yüzyıl hümanizminden sonra, giderek felsefi yorumlar ve katkılarla görünümü biraz daha değişen bir hümanizmle karşılaşıyoruz. Antik çağın ünlü sofisti Protagoras’a onun pek ünlü «insan her şeyin ölçüsüdür» sözüne dayandırılan bir hümanizm bu. Hareket noktalan bu anlayış olanlar hümanizmi; felsefenin sorununu, insanın kendi zihinsel kaynaklarıyla kendi dünyasını kavrama çabası olarak anlayan bir görüş olarak tanımlıyorlar. İnsan doğruluğun ölçüsünü tamamen kendi deneyinde bulmalıdır. Görevinin; iradesini tanrının iradesine uydurmak değil, insan mutluluğunun koşullarını kavramak olduğu inancıyla yaşamalıdır. Bunlar metafiziğe açık kapılar bırakan, doğru yanları olsa bile oldukça eksik, canlandırılıp kanlandırılmamış, soyut ve bireyci hümanizm yorumları olmaktan öteye gidemiyor. Yine de türlü örneklerde hümanizmin bir felsefe, bir öğreti, bir dünya görüşü üzerine getirilen bir yorum olarak kavrandığını görüyoruz. Hümanizm kendisi bir felsefe, bir öğreti olmadığına göre onu böyle kavramak yerinde. Ancak sorun; belli akımlara dünya görüşlerine hümanist yorumlar getirilirken bu terimin içerdiği değerleri doğru saptamaktır.

Hümanizm kuru kuruya bir insan sevgisi, seçilmemiş, herhangi bir insana ya da tüm insanlığa karşı duyulan gözü kapalı bir sevgi demek olamaz. Böyle bir yorumu anlamak güçtür. Çünkü sevgi bir değer değil, bir yaşantıdır. Yaşantılar ise öznel ve her insan tekine özgü kalan birer kezlik süreçler olduğundan genelleştirilip, yaygınlaştırmaları olanaksızdır. Demek ki dilimizdeki ‘insancıllık’ sözcüğü ile karşılandığında, böylesi temelsiz yorumlayışlara ve duygusal saplantılara daha bir rahatlık kazandıran hümanizm kavramını romantiklikten ve içeriksizlikten sıyırmak için başka kavramlarla temellendirmek gerekecektir. Bu yapılmadıkça insanı temele alan dünya görüşlerinin, hümanizm adına eksenlerinden kaydırılıp, doğrultularının saptırılması yanılgısı tekrarlanacaktır. İnsan sadece sevilecek ve sevilip bırakılacak mıdır? Ne için sevileceği ve sevilince ne yapılması gerektiği bilinçlendirilmedikçe hümanizm, hümanizm olmaktan çıkar. Gözyaşları ve coşku ünlemleriyle insan sevmenin adı artık hümanizm değil, olsa olsa «philanthropisme» olur. O halde çağımızda hümanizmin taşıması gereken anlamı temellendirmek için çok genel ve soyut bir sevgi kavramı yerine hangi kavramları kullanmalıyız?

İnsan değer yaratan ve değerlendirebilen varlıktır. Tür olarak, toplum olarak, sınıf olarak ve birey olarak her çağda, yapısı gereği taşıdığı olanakları farklı biçimlerde ve ölçülerde gerçekleştire gelmiştir. Kendini gerçekleştirmek için giriştiği etkinliklerin süreci, tarihsel bir mücadele ve savaş sürecidir. Gerekli olan, bu savaşı anlamlandırmak, bilinçlendirmek ve yöneltmektir. İnsanın özünü gerçekleştirmesi davasına inanmaktır hümanizm. Bu savaşa katılmaktır. İnsanın değerlerine sahip çıkabilmesi ve hep gelişen, ilerleyen bir akış içerisinde yaratıcılık işlevini kendisiyle birlikte sürdürebilmesi, insanın insan olmasının ve insanca yaşamasının koşuludur. Hümanistsek, sorunumuz bu olmalıdır.

Burada da yol ikiye ayrılıyor: Hümanizm sorununu bizim koyduğumuz gibi, özünü gerçekleştirme sorunu ve giderek bir değer sorunu olarak koyanlar arasında varoluşçular da var. Biz onlara da katılmıyoruz. Onlardan hem çıkış noktamız, hem yöntemimiz ayrı. Onların çıkış noktası; «varoluş özden önce gelir, öyleyse insan rastlantısal varoluşunu, kendini seçerek özünü gerçekleştirmek yoluyla anlamlandıracaktır.» düşüncesidir. Bizim çıkış noktamız ise; insanın ekonomik, toplumsal ve kültürel koşulların etkisiyle kendine yabancılaşmış olduğu, özünü gerçekleştirmesinin bu yabancılaşmayı aşmakla olanaklanacağıdır. Varoluşçunun yöntemi; insanın kendi dışına çıkarak, kendini yitirerek ve aşkın (transcendent) amaçlara yönelerek özünü gerçekleştirmesidir. Ve bütünüyle bireye yönelik bir felsefedir. Oysa diyalektik materyalist görüşü benimseyenlerin yöntemi; kendi dışına çıkmak, aşkın değerlere yönelmek vb. şöyle dursun, tam tersine, kendine dönmek, bilinçlenmek ve bilinçlendirmektir. Diyalektik materyalizmin metafizikle görülecek bir işi yoktur.

Sorunun can alıcı noktalarından biri de, insanın sıkıntısının ne olduğudur. İnsan soyut olarak bunalıyor, boğuluyor, yaşamı saçma (absürde )mı buluyor, yoksa somut olarak eziliyor mu? Çağının ve çağının türlü kurumlarının baskısı altında, kendi yarattığı değerlerin, kendi dışına çıkıp soyutlaşarak tehdit edici bir karşı güç olmasıyla ezilmektedir bugün insan. Bunun, yani yabancılaşmasının, bilincine varırsa kendine dönmek, değerlerine sahip çıkmak, her türlü yabancılaşmayı yenip aşmak olanağını yaratmak yoluna gidecektir. Bunu bilinçlendiremezse, metafizik kuyularına düşüp, çıkmaz yollara sapacaktır.

Diyalektik materyalist görüşün bireye değil, sınıfa ve topluma yönelik olması ise, hep sanıldığı gibi, onun bireyi ihmal ettiği ve erittiği anlamına gelmez. Birey ne doğadan, ne sınıfından ne toplumdan soyutlanamayacağı için, her türlü metafiziği yadsıyan diyalektik yöntem, onu ilişkileri içinde düşünmek zorunluluğundan hareket eder. Bu anlamdaki hümanizm de, tüm insanlığa ve toplumlara dönük bir açıya yerleşmiş olduğundan, sınıfsal nitelikli olduğu halde —hatta böyle olduğu için— toplumun olduğu kadar bireyin kurtuluşunu da amaçlamaktadır.

Hümanizm sorununu bir sonuca bağlamak gerekiyor. Öyleyse özetleyelim: Hümanizmin sorunu insan ve insanın değerleridir. İnsan sorunu ve insanın değerlerinin çağımızda içinde bulunduğu açmaz ise yabancılaşma sorununa gelip dayanır. Şu halde çağdaş hümanizm; ne tarihsel içeriğine sadık kalan bir hellenizm tutkusu olabilir, ne kedi sever gibi insan sevmek santimantalizmi ile temellenebilir, ne de boğuntu, bunaltı, varoluş-öz ilişkileri gibi metafiziklere iltifat edebilir.

Bugünün hümanizmi ancak insanın somut sorunlarına somut çözümlemeler (analiz) getiren ve somut yollar öneren diyalektik materyalist dünya görüşüyle temellenebilir. Çünkü ancak böyle temellendiğinde bir anlam taşıyabilir.

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült  
Felsefe