Bizde Felsefe Yoktur, Hikmet Vardır

Hilmi Yavuz


KONUŞAN: SEFA KAPLAN

Gelenekten faydalanmak ve onu yeniden üretmek konusundaki titizliğiniz şiirlerinizden anlaşılıyor. Divan Şiirini iyi değerlendiriyorsunuz. Ama işin içine tasavvuf girdiği zaman durup düşünmek gerekiyor. Çünkü tasavvufu, tasavvuf! terimleri sadece gelenek açısından yorumlamak güç. Burada inanç giriyor işin içine. Acaba yanılıyor muyum?

Hayır, yanılmıyorsunuz Sefa Kaplan. Benim Gizemli Şiirler’de tasavvuftan yararlanma tavrımı, tasavvufu bir çeşit “dışarıdan kuşatma” olarak nitelendirebilirsiniz. Benim bu şiirlerden amacım, bir mutasavvıf gibi yaşayarak Vahdete varmak değil. Öyle bir amacı yok bu şiirlerin. Vahdeti vücud felsefesini, genel anlamda tasavvufu, demin de söylediğim gibi dışarıdan kuşatan ve tasavvufu bir lirizm geleneği olarak, daha doğrusu lirik gelenek olarak alan ve ondan yararlanarak onu yeniden üretmeye çalışan bir tavırdır bu. Dolayısıyla Gizemli Şiirlerde, tasavvufu mutlaka yaşamak ilkesinin geçerli olmaması gerekir. Bu şiirlerde ben, tasavvufu içeriden yaşayarak yazmaya çalışan bir mutasavvıf gibi değil, bir şair tavrını geliştirdim. Bir mutasavvıf şair değilim ben.

Biz gelenekten faydalanırken, mesela Şeyh Galib’i, Fuzûli’yi değerlendiriyoruz. Seçtiğimiz şairler var, hepsine aynı şekilde yaklaşmıyoruz. En azından bize seslenen şiirleri olan şairleri seçiyoruz. Bu açıdan baktığımız zaman, tasavvuf daha değişik bir mahiyet arz ediyor gibi geliyor bana.

Evet... Yani özellikle seçilmiş bir alan... Şimdi bakınız bir örnek vereyim, ne demek istediğimi belki daha iyi anlatabilirim. Kitapta ‘Gizem’ adlı bir şiir var. Şiirde sürekli olarak bir ikilik, ikili karşı olum (opposition) vurgulanmakta; ikiliğin altı çizilmektedir. Aldanan/aldatan/, dil/söz, güz/yaz, yaşanan/yaşatan, söyleyen/söyleten gibi... Bunun yanı sıra ‘kuşların kuşlarla örtüştüğü, bir yaprağın bir yaprağa doğru uğuldadığı ve gülün gülden koparıldığı’ gibi bir takım birlik’ler de var. Şimdi bu, tasavvuftan form olarak yararlanmaktadır. Ayrıca bu şiirde ‘Bir tel örgünün ardında, acı bir acıyla görüşür’ diye iki dize var. Bunun herhangi bir tasavvuf Şiirinde, herhangi bir vahdeti vücud felsefesinde yer alması söz konusu değil. Bu çok daha çağdaş, çok daha güncel bir olguyu vurgulamak istiyor ama demin söylediğim bu ikilikler bağlamında. Dolayısıyla benim tasavvuf meselesine yaklaşımım tamamen bu çerçevede, bu bağlam içinde düşünülmelidir diyorum.

Bu ikiliklerin sizin ruhunuzda herhangi bir etki yaptığı söylenemez öyleyse...

Hayır, öyle bir şey söz konusu değil. Tasavvufu bir yapı, bir strüktür olarak, ikili karşıt olumlardan oluşan ve o karşı olumların giderilmesi doğrultusunda bir derûni çaba olarak görüyorum. Ve beni sadece yapısı ilgilendiriyor. Bu ikiliği aşma konusunda verilecek derûni çaba, beni çok büyük ölçüde ilgilendirmiyor. Demin de söyledim: Ben mutasavvıf değilim.

Şimdi şöyle bir şey var. İslam tasavvufundan başka mistik hayatlar da söz konusu. Mesela Hıristiyan mistisizmi var, Hint mistisizmi var. Siz tasavvufu tercih ediyorsunuz. Oysa tasavvuf, eniboyu belli olmayan bir olay. Çünkü tamamen insanın içinde cereyan ediyor. Bunun metinlere intikal eden kısmı çok sınırlı... Bu açıdan bakarsak siz neticeyle uğraşıyorsunuz...

Şimdi, bu mesele ‘neden-sonuç’ çerçevesi içinde ele alınmaması gereken bir konu. Ben tasavvufu dışarıdan kuşatmaya çalışıyorum derken, demin de ifade ettiğim gibi tasavvufun strüktürüyle, yapısıyla ilgiliyim. Bu yapı bir takım ikiliklere indirgenebilir: Zahirbatın, vahdet/kesret gibi. Tasavvufun yapısı, yapısalcı terminoloji ile söylersek, bir çeşit binary opposition dediğimiz, ikili karşı olumlara dayandırılabiliyor ise, o zaman ben ‘tasavvufu dışarıdan kuşatıyorum’ derken, bu formel yapıyı kuşatıyorum demekteyim. Söylerken de çok iyi biliyordum ki, beni tamamen tasavvufun strüktürü ilgilendirmektedir. Dolayısıyla bu yapının ve bu yapının analizinin Gizemli Şiirlerin bütününü kurmada bana yol gösterici olabileceğini düşündüm. Ama galiba siz sordukça benim de tekrar tekrar söylemem gerekecek: Mutasavvıf değilim ben...

Sizi mutasavvıf olarak nitelendirdiğim için bu soruyu yöneltmedim ben. Bu bir. İkincisi, yaşantıları dışarıdan kuşatmak meselesi var. Tabii ki tasavvuf bir hayat biçimi, değil mi?

Bunda hemfikiriz.

Peki ama yaşantıları veya herhangi bir hayatı dışarıdan kuşatmak mümkün mü?

Şimdi, benim meselem hayatı dışarıdan kuşatmak değil. Tasavvuf diye bir sistem var. Bu sistemin yapısı beni ilgilendiriyor. Yani bu sistemi insanlar, kendi kendilerine öznel bir deneyimle, bir yaşantı ile temellük ederler, bu beni ilgilendirmiyor. Bilmem anlatabiliyor muyum?.. Yani zahirden batına nasıl geçilecektir, kesretten vahdete doğru bir seyr i sülük nasıl mümkün olacaktır? bu beni ilgilendirmiyor... Bunlar tasavvufun yaşanan yanlarıdır, bunlar ancak mutasavvıfları ilgilendirir, beni değil! Dolayısıyla bir sistem var mıdır, yok mudur, tasavvuf bir dizge, yapılanmış bir sistem midir, değil midir?.. Sistemdir... Bu sistemin yapısı, bu sistemde öğeler arasındaki ilişkiler, bağıntılar beni ilgilendiriyor. Buradan bir şiir üretilebilir mi, bu bağıntıları şiir düzleminde yeniden üretebilir miyim? diye düşündüm. Ve karşınıza Gizemli Şiirler çıktı...

Ama diğer yaşama biçimlerinde tasavvufun bize sunduğu yapıyı bulamıyoruz. Bu sistemin sunduğu yapıyla karşılaşamıyoruz.

“Diğer yaşama biçimlerinde demesek” daha doğru... Belki bizim düşünce geleneğimizde bu kadar iyi yapılanmış başka bir düşünce sistemi yok... Dolayısıyla belki felsefe olmaya aday bir sistemle karşı karşıyayız... Hemen arkasından şunu belirteyim: İslam düşüncesinde sistemleştirilmiş bir başka düşünce yapısına tasavvufun dışında rastlamak mümkün değil...

Şimdi, sistem diyorsunuz... Tamam doğru, tasavvuf bir sistem. Ancak tasavvufun sistemleşmesi, toplumda yaygınlaşmasından sonra ortaya çıkmıştır. Bu sistemi kavramak için yaşantıların kaynağına inmek gibi bir durum söz konusu. Aksi takdirde bu kavramdan ne ölçüde şiir dili açısından faydalanmış veya sistemi çağdaşlaştırmış oluruz?

Şimdi, böyle bir sorun yok. Ben bir anlamda, tasavvufun tarihi ile de ilgili değilim. Benim tasavvufa yaklaşımım deyim yerindeyse onun eşzamanlı yapışmadır. Yani tasavvufun tarihi kökenleri, toplumda hangi ihtiyaçlara tekabül ettiği, bu işin tarihidir. Benim yaptığım işin bununla ilgisi yok. Soyut yapısıyla bir sistem var ortada. Bu sistem, beni ortaya koyduğu ikili yapılarıyla ve öğeler arasındaki ilişkileriyle çok yakından ilgilendiriyor.

Tasavvufun yanında Tarihsel Maddecilikle de ilgileniyorsunuz...

Her sistemin kendine özgü bir yapısı var. Tasavvuf beni nasıl ilgilendiriyorsa, Tarihsel Maddecilik de öyle ilgilendiriyor. Yani beni sistemler değil, sistemleştirilmiş düşüncelerin öğeleri arasındaki ilişkileri aydınlık bir şekilde gördüğüm sistemlerin yapısı belki öznel bir şey söylüyorum ilgilendirmiştir hep. Aynı şey, Tarihsel Maddecilik için de söz konusu. Ben sistemlerin yapısıyla ilgiliyim. Tarihsel Maddecilik, Freudculuk, bütün yapılarıyla ve öğeler arasındaki ilişkileriyle çok iyi eklemlenmiş sistemler. Tasavvuf da öyle, Platonculuk da... Büyük sistemler beni çok yakından ilgilendiriyor. Çerçeveyi böyle çizersek, meseleyi “iyi yapılanmış sistemlere olan ilgi” diye koyabiliriz sanıyorum.

Selçuklu-Osmanlı İslam medeniyeti içinde felsefenin ortaya çıkıp geliştiği söylenemez. Dolayısıyla pek çok meselenin temelinde felsefenin bulunmayışının yattığı iddia ediliyor. Bir felsefeci olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında ben, bu sorunun yanıtını çok geniş bir biçimde Vehbi S. Vakkasoğlu’na vermiştim. O yanıt şimdi elimde. Bu soruyu o açıdan değerlendirmekte yarar var. Orada şöyle demiştim: “İslam toplumlarında politik örgütlenme biçiminin bu örgütlenmeye isterseniz despotizm oryantal (doğu despotizmi) deyiniz politik düzeyi başat kıldığı bir gerçek. İlk İslam devleti Emevilerin yıkılmasında akrabalık ilişkilerinin belirleyiciliği, politik toplumun güçlendirilmesini zorunlu kılmış olmalı. 13. yüzyıldan itibaren İslam’da bütün entelektüel pratiğin, cemaatin bütünlüğünü korumaya ve sürdürmeye yönelmiş olması da politik düzeyin başat olmasındandır sanıyorum” demişim ve hemen arkasından eklemişim: “13. yüzyıldan itibaren İslam’da bütün entelektüel faaliyetlerin cemaat bütünlüğünü koruma konusunda pratik faaliyetlere yönelmiş olması, teorik düşünceyi ve bu arada felsefeyi, ilimle felsefe arasındaki ilişkiyi bir daha onarılmaz biçimde ortadan kaldırmıştır.”

Dolayısıyla İslam’da düşünce, daima pratik meselelere yönelmiştir, teorik meselelere değil! Zaten bildiğiniz gibi cemiyetin doğrudan doğruya birinci derecedeki ihtiyaçlarına tekabül etmeyen alanlardaki bilgi üretimi ulûm’ül acem, yani yabancı ilimler sayılmıştır. Bu durumda, İslam’da pratik ahlak üzerine soyut düşünce diyelim çok geniş bir literatür bulabilirsiniz. Kınalızade’den Taşköprülüzade’ye kadar geniş bir spektrumdur bu. Soyut bir ahlak temellendirmesi yerine pratik ahlak ilkeleri bulabilirsiniz, ahlak yerine öğütler bulabilirsiniz. Devlet yönetiminin ya da adil bir hükümdarın nasıl olması gerektiği konusunda pratik öğütler bulabilirsiniz. Pendnameler bizim düşünce yapımızda, edebiyatla düşüncenin örtüştüğü alanlardı.

Şunu unutmamak gerek: Bizde felsefe yoktur, hikmet vardır... Bu çok önemli bir konu. Yani Batıyla bizim aramızda gerçekten

çok keskin, ayırt edici bir çizgi çiziyor. Hikmet söylemek, bizde düşünce söylemekle eşdeğer. Sistemli, temelli, kuşatıcı, bütünsel yaklaşımlar, dünyayı açıklamak konusundaki sistemli bütünsel yaklaşımlar Kelam haricinde bir tek tasavvufta görülüyor.

Bunu şöyle yorumlayabilir miyiz? Temeli iman olan bir sistemde, bir bakıma ‘şüphe’ demek olan felsefeye ihtiyaç duyulmamıştır...

Bu, Kelam için doğru...

O halde, genel olarak pratik çözümlerle ilgileniliyor?..

Pratiğin dışında bir şey düşünülmemesi çok önemli. Yani ahlak gibi, siyaset gibi bir takım alanlarda entelektüel üretim, zihinsel üretim var, görüyoruz. Nizam-ül Mülk’e bakınız, siyaset konusunda üretilmiş fikirlere bakınız. Göreceksiniz ki, cemaatin pratik sorunlarına ilişkin zihinsel üretim vardır. Ama dünyanın tümel olarak kavranması konusunda herhangi bir zihinsel çaba yok. Çünkü orada teolojinin, Kelam’ın beni bağışlayın bunu söylediğim için dogmaları hakim. Onlar tartışılmaz, oradan itibaren iman meselesi işin içine giriyor.

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült  
Felsefe