Çoğumuz otoriteden yangından korkar gibi korkarız. Oradadır, bir dereceye
kadar ona gereksinimimiz olduğunu kabullenir, ama evimizi eline geçirmesini
istemeyiz. Otoriteye iki kişiyle aynı anda evlenmeyecek ya da kuzen
Charlotte’un düğününe spor ayakkabı giyinerek gelmeyecek kadar saygı
gösterir, ama hız sınırını aşmayacak ya da vergimizi zamanında ödeyecek
kadar da göstermeyiz.
İnsanları iki ayrı grupta toplamak mümkündür: 1. Otoriteyle sorunu olanlar, 2. otoriteyle sorunu olanlar.
İlk grup, söylenen bir şeyi yapmayanlardan oluşur. Bu insanlar ya o işi neden yapmaları gerektiğini bilmek ister ve daha sonra karşı koyup başka bir şey yaparlar ya da hemen başka bir şey yaparlar. Bu grupta küçük çocukları, ergenleri ve suçluları sayabiliriz. Bunlar “Ne?” “Niçin?” ve “Kim diyor?” sorularını çokça sorarlar. Otorite, bu insanlar için karşı koyulması, başkaldırılması ya da anlamazlıktan gelinmesi gereken bir şeydir. Bu gruptan asi askerler, sorunlu çocuklar, başbelası öğrenciler, direniş örgütü liderleri ve sendika sözcüleri çıkar.
İkinci grubu ise söylenen bir şeyi hemen yapan insanlar oluşturur. “Alt kata” işaretini gördükleri bir merdivenden kazara üst kata çıkıyorlarsa, hemen paniğe kapılırlar. Zıplamalarını istediğinizde, “Ne kadar yükseğe?” diye sorarlar. Karar verme konusunda oldukça yetersizdirler. Bu insanlar askerlere hayrandır ve çok iyi evlatlar, sorunsuz öğrenciler ve insan sürüsü olurlar.
Gariptir ama, bu gruptaki insanların ikinci önemli içgüdüsü söyleneni yapmamalarıdır. Fakat, bu doğrultuda hareket ederlerse, başları dertten kurtulmaz. Başkaları kadar kendi düşüncelerinin de önemli olduğuna inanan birinci gruptaki insanların tersine, bu gruptakiler asla böyle bir haklarının olduğunu düşünmezler. Bir otoriteye karşı koyamadıkları ya da anlamazlıktan gelemedikleri için, otoriteden kaçmaya yeltenirler. Bu yüzden de, suçluluk duygusu asla peşlerini bırakmaz. Her zaman duydukları kaygı yaşamlarını zehir eder.
“Bu konuştuğumuz insan tipinin Bunny Hofstra’yla bir ilgisi yok değil mi? ”
Aslında var.
Bunny’nin babası, Eugene P. Hofstra’nın, Bunny’yi Putney’ye ziyarete geleceği haberinin geldiği günü anımsadım. Babasının geleceğini öğrenince, Bunny başını iki elinin arasına alıp kanepeye yıkılmıştı. “Şimdi ne yapacağım?” diye inliyordu. “Babam geliyor. Çok sinirlenecek.”
Bunny’nin babasıyla hiç karşılaşmamıştım ve hakkında da pek fazla bir bilgim yoktu. “Kendine yeni bir kahve fincanı ve bir paket de bisküvi al.” diye bir öneride bulundum ona.
Bunny hayır anlamında başını salladı. “Anlamıyorsun,” dedi, “babam durumdan hiç de hoşnut olmayacak. Onun standartları vardır. Çok başarılı bir adamdır o. Belli alışkanlıkları vardır.”
“Ne gibi?” diye sordum.
“Beyaz duvarlar.” diye kekeledi, oturma odasının elektrik mavisi duvarlarına bakıp. “Babam hep renkli duvarların barbarlık göstergesi olduğunu söyler.”
“Bu durumda, bu duvarlar duvar boyasını özel sipariş üzerine hazırlatmış birinin olabilir.” O zamanlar, Bunny’yi çok iyi tanımıyordum ve böyle bir espriye gülümsemeyeceğini de bilmiyordum.
Gülümsemiyordu. Anlatmayı sürdürüyordu. ’ 'Halılar,” diyordu, “sadece Kızılderililer halı sermez.”
“Bunny,” dedim, “bir caz grubunda davul çalarak geçinmen ve faturalarını ödemen ne kadar zor biliyorum. Bir de nasıl halı alabilirsin ki?”
Bunny’nin yüzü o anda bembeyaz kesildi. Yüzündeki korku ifadesi o kadar açıktı ki, bir an kalp krizi geçirdiğini düşündüm. Ya da, boğazına bir şey takıldı zannederdim, eğer o anda bir şey yiyor olsaydı.
“Bunny!” diye çığlık attım ve bir taraftan da düşünmeye çalışıyordum. Acaba boğazına bir şey takılan birinin sırtına mı vurulurdu, yoksa göğsüne mi? Acaba ambulans mı çağırmalıydım? Yoksa ölüşünü mü seyretmeliydim? Ya hiçbir şeyi yoktuysa ve boşu boşuna ambulans çağırsaydım?
“Şşşş” dedi Bunny, “Onu yüksek sesle söyleme!”.
“Neyi?”
“Caz grubunda davul çaldığımı.”
Etrafıma bakındım. Upper Richmond caddesindeki dairede yalnızdık, saat öğleden sonra üçtü. Kimin duyacağını düşünüyordu? “Neden kimse duymasın? Yasadışı bir iş yapmıyorsun ya?”
“Babama göre bu yasadışı bir iş.” dedi Bunny.
“Anlamadım. Yani babanın müzisyen olduğunu bilmediğini mi söylemek istiyorsun?”
Bunny konuşamayacak durumdaydı. Evet anlamında başını salladı.
“Eee. Baban müzisyen olduğunu bilmiyorsa, ne iş yaptığını zannediyor?”
Yüzüme boş boş bakıp, “Mali müşavirlik.” dedi.
Doğru, Bunny’nin maliye okuduğunu hatırlamıştım. Fakat, Londra'ya geldikten sonra, vurgulu çalgısının cazibesine kapılıp, gerçek mesleğinden vazgeçmişti.
“Fakat neden böyle bir şeye inansın ki?” diye sordum. Yüzündeki ifade hala boştu. “Yoksa, sen mi söyledin?” diye sordum. Bunny evet anlamında başını salladı hala boş boş bakarak. “Fakat Bunny,” dedim, “neden ona hala mali müşavirlik yaptığını söyledin ki?”
“Çünkü hep mali müşavir olmamı istemişti.” dedi Bunny.
“Ama sen istemiyorsun.”
“Ama o istiyor.”
“O zaman gelmesi iyi oldu, bence. Babanın Londra’ya gelip, Buddy’nin kulübünde haftada üç gece davul çalarak, mavi duvarlı bir evde, hepsi kırık kahve fincanlarınla mutlu olduğunu görmesinin zamanı gelmiş.”
Bunny kendinden geçti.
Bunny evin duvarlarının renginden daha önemli sorunları olduğunu düşünüyordu. Evi çok gürültülü bir yerdeydi ve babası gürültüden nefret edermiş. Dördüncü kattaydı, babası çocuklarına bacaların yıkılma olasılığına karşı hiçbir zaman üst katlarda yaşamamalarını önerirmiş hep. Babası evin bulunduğu semtten de hiç hoşnut kalmayacakmış. Üstelik evde yeterli sayıda dolap yokmuş. Buzdolabı çok küçükmüş.
Bunny hemen beyaz duvarlı ve bol dolaplı yeni bir eve taşındı.
Sorunun biri çözülmüştü, ama ya diğeri? Bunny arkadaşlarından bir kaç takım elbise ödünç aldı, davulunu benim eve taşıdık ve yeni evinin dört bir yanına maliye konusunda kitaplar, dergiler ve yazılar serpiştirdik. Yeni kahve fincanları satın aldı. Sonra benim eve dönüp, davulunu hemen sattı, çünkü babasının bir şekilde bunu öğreneceğinden korkuyordu. Davulu sattığı parayla hemen bir bilgisayar satın aldı. Babası bir teknoloji hayranıymış çünkü.
Peki, babasına bütün bunları yutturabildi mi? Beyaz duvarlar ve takım elbiseler onu memnun etti mi?
Babası gelmedi. O gün bir işi çıkmış.