Kibar Olma, Kendin Ol

Thomas D’Ansembourg


Bir eğitim çalışmamızda, gösterdiği şiddet eğiliminin kibarlığı elden bırakmamak uğruna gerçek duygularını ve ihtiyaçlarını gizlemesi sonucu yaşadığı doyumsuzluktan kaynaklandığını anlayan katılımcı bir kadınla yaptığımız rol oyununun sonunda aklıma böyle bir cümle geliverdi. Kadın kibar ola ola sonunda patlayıveriyordu.

Hafif şaka yollu “Kibarlığı Bırak, kendin ol!” deyince, katılanlardan bir başka kadın hemen tepki göstererek “Şu söylediğin benim kocamla sık sık yaşadığım durumu öyle aydınlattı ki” dedi. “Ben tiyatroya ve operaya gitmeye bayılırım, oralarda arkadaşlarımla bir araya gelirim, kendimi gösterinin heyecanına bırakırım, bir iki damla gözyaşı akıttığım çok olmuştur, perde aralarında da sohbet etmeye bayılırım. Kocamsa bunlardan nefret eder. Hemen sabırsızlanmaya başlar, oyuncuların performansları hakkında yüksek sesle yorumlar yapar, hiçbir şeyden heyecanlanmaz, koltuğunda bir sağa bir sola içini çeke çeke kıpırdanır durur. Bu da beni sinirlendirir, bütün akşamımı mahveder, aralarda, arabada kavga ederiz. Ama ne zaman bir oyuna tek bilet alsam, bu kez son metroyu kaçıracağımdan ya da taksi bulamayacağımdan korkar ve kibarlığı elden bırakmamak için bana eşlik eder. Ben de, aynı kibarlığı göstermek için, kabul ederim! Ve ikimiz de berbat bir akşam geçiririz. Gelecek sefer çok daha sahici olup ona ‘Bu akşam eve dönüşüm konusunda endişelenmen beni çok duygulandırdı (D), çünkü benim güvenliğimle ve rahatımla ilgilendiğini bilmek hoşuma gidiyor (İ), ama öte yandan, bana eşlik etmenin hoşuna gideceğinden (İ) emin değilim (D). İkimizin de iyi bir akşam geçirmesini (İ), özellikle de senin rahatından endişe duymadan gösterinin tadını çıkarmak istediğimden (İ), sana önerim, hoşuna gerçekten ne gidiyorsa onu yapman, ben de dönüşte başımın çaresine bakarım (T). Bu konuda neler hissediyorsun?’ diyeceğim.”

Bu katılımcı, içine düştüğü tuzağı tek başına bozmaktan ve nihayet maskesini çıkarmaktan dolayı çok memnundu!

Maskeler aşağı!

Hem biz hem de öteki birer maske taşıyorsak, buna ilişki değil, maskeli balo denir! Maskeler ve oyunlar komik ve eğlenceli şeyler olsalardı, bundan olsa olsa zevk alırdık! Oysa deneyimler gösteriyor ki bu maskeli balolar hüzünlü ve üzüntü vericidir. Bu balolar insanları bir araya getirmez, yalıtır; insana düş gördürmez, uykusundan eder; havai fişeklerle değil, maskelerin büzüşüp küçülmesiyle sona ererler!

Kibarlığa gelince, bu deyimin manası üzerinde anlaşalım. Ben burada hatır için kibarlıktan söz ediyorum, yani davranış düzeyinde kalan, yüreğin gerçek atılımıyla taşınmayan, ötekinin huzuruna sevinçle bir şeyler vermenin, katkıda bulunmanın derin hazzını hissettirmeyen, bir şeyleri yitirme korkusuyla, dışlanma korkusuyla, eleştirilme korkusuyla, yerini alma korkusuyla harekete geçen kibarlığın. Bu kibarlık çoğunlukla hakikatin sesini boğan, yaşam çağlayanının suyunu bir sünger gibi çeken kuru bir maske gibidir.

“Kibarlık örgütlü aldırmazlıktır.”

Paul Valery

Hatır için gösterilen kibarlığın kuru maskesini takınca kansız, mikroptan arındırılmış ilişkiler yaşamaya alışabilir ve bunları gerçek insan ilişkileri sanabiliriz. Örneğin koladan başka hiçbir şey içmemişsek, hayatımızı şarabın tatmaya değer olduğunu aklımıza bile getirmeden geçirebiliriz.

Avukatlık ve şirket danışmanlığı yaptığım on beş küsur yıl boyunca işadamları ve meslektaşlar arasındaki şu büro kibarlığına çok tanık oldum: O gülümsemeler, ses tonuyla ve seçilen sözcüklerle gösterilen o sıcaklık, hatta mizah bile aslında derin bir aldırmazlığı ve bir işi halletmek ya da bir arada kavgasız oturmak için duyulan basit bir endişeyi maskelemek içindir. Kimi insanlar öylesine kibardırlar ki kim olduklarını bile bilmezler! Yukarıda da belirttiğim gibi, Marshall Rosenberg bunu a nice dead person, yani ölü bir kibar kişi diye tanımlıyor! Ne kimlik, ne varlık, ne de hayat.

Genellikle kısa vadede kibar olmak sahici olmaktan daha kolaydır. Çocukken, ailenin içine tekrar girebilmek için öfkemizi ya da üzüntümüzü cebimize koyduğumuzda, içimizde hissettiklerimizi gerçekten yaşamak yerine kibar olmak bize bilinçsizce daha kolay geliyordu. Böylece kendimize karşı sadakatsizliği öğrendik, ama uzun vadede bunun bedeli çok ağır oldu! Kendini geri bulmak zaman alır ve enerji harcatır. Keşke kendimizi hiç kaybetmeseydik! Neyse ki bu alışkanlığı edindiğimiz gibi bundan kurtulmak da mümkün, kendimizi bu biçimde nasıl “programlamışsak”, programımızı bozabilir, gerçek doğamızı, şahsiyetin altındaki şahsı da bulabiliriz. Yukarıda Paul Valery’nin bir sözünü aktarırken niyetim gerçekten yürekten gelen kibarlığı aşağılamak değildi: Kibarlık ve incelik de hayatın zevklerindendir.

“Doğal olanla alışılagelmiş olanı birbirine karıştırmayalım.”

Gandhi

Konferanslarda veya atölye çalışmalarında şu türden itirazları sıkça duyarım: “İyi de böyle duygularını ve ihtiyaçlarını belirterek konuşmak doğal değil.” Bence bu doğal bir konuşma biçimi, ama alışılagelmişin dışında.

Bir çocuk şöyle diyecektir: “Öfkeliyim (D), çünkü arkadaşımla gidip oynamak istiyorum (İ), üzüntülüyüm (D), çünkü seninle kalmak istiyorum (İ).” Toplumsal hayatı öğrendikçe “gerektiği için, zamanı geldiği için, normal olduğu için, program öyle olduğu için” neyi yapacağını ve neyi yapmayacağını seçer.

Davranışsal kibarlık benim burada belirttiğim anlamda pek de hoş bir şey değilse eğer, sahici iyilik de ille de kibar olacak değil demektir. Ben şahsen kibarlığın belirsiz maskaralıkları yerine açık ve dürüst hakikati bin kez yeğlerim. Sırf kibar olmak için çiftler, aileler, çalışanlar arasında ne çok yalan söylenir! Bir işten tereyağından kıl çeker gibi sıyrılmak ya da kimseye zahmet vermemek için kimler neler uydurmadı?

Yalan mı? Evet, kibarlıktan!

Sanki hakikat her kalıba uyarmış gibi onu kendi rahatımız veya başkasının rahatı için kaygısızca dönüştürmeye çalışırız...

Gezegenin birer sakini olarak üstlendiğimiz küresel sorumluluk bakımından bu davranışın, uzun vadede, doğayı koruma ülküsüne bağlı olduklarını söyleyip içecek kutularını ya da sigara izmaritlerini arabalarının camından atıveren kişilerin davranışı kadar sorumsuzca, tehlikeli ve kirletici olmasından endişe duyuyorum.

İnsan doğasına, her türlü hakikati her zaman ve herkese söyleyebileceğimizi iddia edecek kadar güvenmiyorum, tabii ki hayır! Öyle durumlar vardır ki, suskun kalmak sabır, zaman tanıma, uygun fırsatı kollama, düşünme, iyi niyet ya da sınama gibi ihtiyaçları karşılayabilir.

Hiçbir şey söylememektense bir şey söylemeyi yeğliyorsam eğer, bu demektir ki hakikate saygı gösterilmesine katkıda bulunmaya, yani hatır için onu dönüştürmemeye ihtiyacım var. Aslında kendi kendime şu soruyu soruyorum: “Dünyanın zaten karışık olan kafasına ben de katkıda bulunmak istiyor muyum?” Astrofizikçi Hubert Reeves’in dediği gibi, dünyadaki kirlilik tek bir büyük sorun değil, yedi milyar adet küçük sorundur. Her birimiz her gün bu seçeneğe ve bu güce sahibiz: Aydınlığa, saydamlığa, barışa katkıda bulunmak ya da bulunmamak. Müthiş, değil mi?

Kibar insanlarla, yani kimseye zarar vermemek, kötü gözle bakılmak, kendilerini zayıf duruma düşürmek, zaaflarını ve/veya güçlerini göstermek istemedikleri için gerçek düşüncelerini dile getirmeyen insanlarla ilişkide bulunmanın ne kadar güvensiz olduğunun nihayet bilincine varabiliriz. İlişkilerimizde rahat olmak için karşımızdakinin evet dediğinde gerçekten evet, hayır dediğinde de gerçekten hayır demek istediğinden emin olmaya ihtiyacımız vardır. Karşımızdakinin doğruyu söylediğinden emin olmadığımız için onun neyi hangi gerekçelerle söylediği hakkında sürekli kafa yormak hem çok tüketicidir hem de bize geri dönme riski taşır.

Örneğin bir kişinin size bir konuda yardımcı olduğunu düşünün. Size bunu gönülden yaptığını söylese de aslında onun için can sıkıcı bir şeydir, üstelik iş olduktan sonra size yaptıklarından dolayı veya sizin ona yeterince minnettar olmadığınızdan dolayı ya da buna karşılık siz ona yardım etmediğiniz için yakınır... ne kadar yorucu bir durum, değil mi?

Valerie’yle evlenirken birbirimize bir söz verdik, genç çiftlerin hep kullandıkları “asla ve daima” sözleriyle vurgulanan ama sıra dışı bir yemindi bizimki ve ortak yaşamımızın güvenliği ve rahatlığı için temel bir önem taşıyordu: “Seninle asla kibar olmamaya ve daima sahici olmaya söz veriyorum.” Böylece ikimizden biri ne zaman diğerinin bir davranışı konusunda kuşkuya kapılsa ve kendine ağır gelecek bir şeyi sırf “kibar olmak için” yapmaya kalkışacağını düşünse hemen karşılıklı olarak maskelerimizi çıkarırız: “Kibar mısın, yoksa sahici mi?” Bu bizi, üstelik şakalaşarak, yapılacak şeyler ve bunların yapılma gerekçeleri konusunda kendimizi ayarlamaya iter. Çünkü hiçbirimiz hiçbir şeyi sırf görev olduğu için, “yapılması gerektiği için”, bunu yapacak başka kimse olmadığı için yapmamalı, verme ve ortak yaşamın huzuruna katkıda bulunma zevkinden dolayı yapmalı.

Benim burada sözünü ettiğim şey, bana, bilinse de uygulaması pek olmayan bir duygusal ekoloji ilkesi gibi geliyor: Kalıcı ama doyurucu olmayan ya da doyurucu ama kalıcı olmayan ilişkiler yaşamak istiyorsak hakikatten ve sahicilikten vazgeçebiliriz. Buna karşılık, hakikat ve sahicilik olan bu iki değere ya da ihtiyaca özen göstermeksizin hem kalıcı hem de doyurucu ilişkiler kurabileceğimizi hiç sanmıyorum. Bu elbette kolay değildir, çünkü sahici olmak, kısa vadede pek de rahat olmaz, kendini ifade etme gücünü ve ötekini kabul etme esnekliğini kazanmak için ısrarcı olmayı ve bol bol alıştırma yapmayı gerektirir.

Nasıl hayır demeli?

Yaptığım çalışmalarda, yaygın bir biçimde görülen “hayır” deme zorluğunun sık karşılaşılan bir nedenini gözlemliyorum: Biz “hayır” demeye çağırılmadık, farklı olmaya ve bunu rahatça yaşamaya çağırılmadık. Yukarıda da belirttiğim gibi, biz daha çok “aynı biçimde yapmaya”, “aynı şeyi yapmaya”, babayla, anneyle, öğretmenle, alışkanlıklarla, dinsel uygulamayla, toplumsal çevreyle, iş çevresiyle hemfikir olmaya çağırıldık: “Terbiyeli bir insan evet der; uslu bir kız, akıllı bir oğlan evet der; hayır demek hoş değildir.”

Böylece, tıpkı bir yandan farklılığın (düşünce, karakter, öncelikler, duygular...) bir tehdit olarak yaşanması, diğer yandan da itaatkarlığın öteden beri ahlaki bir değer olarak yüceltilmesi gibi, yalnızca hayır demekte değil, basitçe aynı fikirde olmadığımızı söylemekte bile çok zorlanırız.

Çocuk eğitimini kuşaklar boyunca etkileyen bir kanıya rağmen, itaatkarlığın sorumlu kişiler yarattığı pek enderdir ama bol bol robotlar üretmiştir. Kaldı ki itaat de, bir kez daha, karşımızdakinin sorumluluk yeteneği konusunda beslediğimiz güvensizliğin ve kuşkunun, ayrıca ona eşlik edemememizin ve onu anlayamamamızın göstergesidir. Kendi ihtiyacımızı dikkate aldıramadığımız ve ötekinin buna saygı göstermesini sağlayamadığımız için, ona bunu dayatır ve boyun eğmesini bekleriz!

Otomatik itaat mi, yoksa sorumlu katılım mı?

Demek ki, düşüncemizin olumsuz olmasına rağmen sırf “kibarlığı elden bırakmamak için” sık sık evet diyor ve bunu çoğunlukla bir çatışmadan kaçınmak için yapıyoruz: “Çatışmaya girersem beni yine de severler mi? Aynı fikirde olmasam da yine sevimli kalabilecek miyim?..” Veya tam tersine sistemli biçimde hayır deriz, isyan etmek için, kendimizi kaybetmekten korktuğumuz için, çünkü bu, kimlik, güvenlik ya da takdir edilme gibi ihtiyaçlarımıza özen göstermek için bulabildiğimiz yegane yoldur: “Karşı çıkıyorum, öyleyse varım.”

Hayır demeyi öğrenmek benim özellikle takdir ettiğim bir aşamadır, çünkü bizi, benim için son derece önemli dört değer üzerinde çalışmaya çağırır:

 Kendiminkilere olduğu kadar ötekinin de duygularına ve ihtiyaçlarına saygı;

 Ne hissettiğimi ve ne istediğimi sınamaya vakit ayırmanı için gerekli özerklik;

 Devreye giren çeşitli öğelere kulak verme ve ortaya çıkan tüm ihtiyaçlara özen göstermeye çalışma sorumluluğu; benimkileri hiçe sayarcasına yalnızca ötekininkiler değil, ötekininkileri hiçe sayarcasına yalnızca benimkiler de değil;

 Aynı fikirde olmadığımı gösterme ve belki de benden istenenden tamamen farklı bir çözüm ya da tavır önerme gücü.

Şimdi artık biliyoruz ki her türlü isteğin ardında bir ihtiyaç vardır ve yine biliyoruz ki bu ikisini sık sık birbirine karıştırırız. Dolayısıyla, gerçekte neyin söz konusu olduğunu aydınlatmak için dikkatimizi ötekinin isteğinin ardında yatan ihtiyaca yoğunlaştıracağız. Aşağıda basit ve yaşanması kolay bir örnek veriyorum.

Eski dostum Germaine, bir ızgara partisine davet etmek için bana üç kez mesaj bırakmış ama ben hala ona yanıt vermedim. Germaine’i severim ve onu yeniden görmek beni mutlu edecek, fakat aynı zamanda canım onun ızgara partisine gitmeyi hiç çekmiyor. Sahiden de dinlenmeye, biraz kendimi bulmaya ihtiyacım var. Eskiden olsa, onu hayal kırıklığına uğratmamak için (ve kibarlıktan) ona mutlaka “Evet, elbette” der ve ayaklarım geri gide gide, üstelik söylenme ve eleştirme riskini de taşıyarak (“Davetliler çok sıkıcıydı, şiş kebaplar fazla pişmişti, pembe şarap iyi soğutulmamıştı” vb.) giderdim. Anımsayın, ihtiyaçlarımızın tersine hareket ettiğimizde biri bunu mutlaka ödeyecektir, kendimiz veya diğerleri. Veya işin içinden sıyrılmak için bir hikaye uyduruverirdim: “O gün boş değilim, çalışmam gerek.” Yani kibar olmak için yalan söylerdim!

Germaine’in dördüncü araması evde olduğum bir sıraya rastlıyor ve ben ahizeyi kaldırıyorum:

“Seni hayırsız, artık mesajlarıma yanıt vermiyor mu

O”sun?

“Hayal kırıklığına mı uğradın (D)? Seni daha önce mi aramamı isterdin (İ)?”

“Tabii ki, beyefendi hiç yerinde durmuyor ve eski dostlarına boş veriyor.”

“Bana kızdın mı, Germaine (D)? Seni unutmadığımdan emin mi olmak istiyorsun (İ)?”

“Elbette, ben de seni ara sıra davet etmesem hiç görüşeceğimiz yok!”

“Benim de dostluğumuza katkıda bulunduğumu, dostluğumuzun hayatımda bir yeri olduğunu hissetmek mi isterdin (İ)?”

“Aynen öyle! Bunun için de umarım ızgara partime gelirsin. O akşam başka bir işin yok ya?”

“Hayır, o akşam başka bir işim yok, Germaine, ama bilemiyorum (D). Bir yandan senin ısrarın beni duygulandırıyor (D), üstelik seni görmek için vakit ayırmayı gerçekten istiyorum (İ), ama öte yandan bu hafta müthiş yoruldum, görüşmeler ve buluşmalar burama geldi (D). Biraz yalnız kalmaya ve bütün hafta sonu kendime gelmeye sahiden çok ihtiyacım var, üstelik haftalar süren eğitim programının ardından bu serbest kaldığım ilk hafta sonu (İ).”

“Anladım, beni ekiyorsun!”

“Dur da bitireyim. Senin ızgara partine gelirsem seni istediğim gibi göremeyeceğim. Partilerin nasıl olduğu malum, herkesle ve hiç kimseyle konuşulur. Halbuki ben yalnız seninle vakit geçirmek, neler yaptığını öğrenmek istiyorum (İ). Önümüzdeki hafta içinde bir öğlen seninle baş başa buluşmaya ne dersin? Birlikte bir şeyler yer, laflarız (T)?”

“Bunun için vaktin olacak mı? Sen hep meşgulsündür, benimle bir öğle yemeği yiyebileceğin hiç aklıma gelmezdi. Ben de zaten seni bunun için ızgara partime davet ediyordum. Benim için uygun tabii. Ben de baş başa gevezelik etmemizi yeğlerim.”

Bunun kolay bir örnek olduğunu söylemiştim: Bu aktardığım durumda, yapılan talebin (ızgara partisine davet) ardındaki gerçek ihtiyacı bulmak (dostluğumuzu canlı tutmak), aynı anda aynı ihtiyacı hissettiğimizi ve bu ihtiyacımızı bir başka şekilde beslemenin mümkün olduğunu görmek (baş başa bir yemek) hem basit hem de hoştu.

Buna karşılık, ötekiyle aynı ihtiyacı duymadığımızı, ihtiyaç konusunda aynı duyguları paylaşmadığımızı ve vaktimizle enerjimizi ötekinin önerdiğinden bambaşka biçimde kullanmayı düşündüğümüzü saptamak çok daha zor ve sevimsizdir!

Hayır derken aslında neye evet deriz?

Zor durumlarda hayır diyebilmek için öncelikle daha kolay durumlarda alıştırma yaparak kaslarımızı geliştiririz... Kendimize güven, iç güvenlik, takdir görme, kimlik konularındaki ihtiyaçlarımızı yaşama biçimimizde gücümüzü ve esnekliğimizi artırdığımız oranda, ötekine saygıyı elden bırakmadan, daha kolayca hayır diyebilir ve sınırlarımızı daha kolay çizebiliriz. Aslında kendimizi tanıdıkça neye evet dediğimizi daha iyi biliriz.

Bunun sonucundaysa, yapıcı ve yaratıcı biçimde hayır demek veya başkasının hayır demesini kendimize karşı bir tavır olarak algılamaksızın işitmek gitgide daha rahat bir hale gelir. Bir karşı görüş olarak basitçe hayır demektense dikkatimizi ve enerjimizi evet dediğimiz şeye vereceğiz. Aşağıda, ifade edilen ihtiyacın neye evet dediğimizi gösterdiği birkaç örnek veriyorum.

“Hayır, senin şimdi müzik dinlemeni istemiyorum.” Şöyle de diyebiliriz: “Evet, biraz sükunete ihtiyacım var, müziğini daha sonra ya da başka yerde dinlemeni isterdim.”

“Hayır, bu yaşında diskoya gidemezsin.” Şöyle de diyebiliriz: “Evet, birlikte olacağın kişiler her kimse onlarla kendini rahat ve güvende duyacağından emin olmak istiyorum, bu güveni seninle yavaş yavaş kurmamız içinse senin önce benim de tanıdığım kişilerle dışarı çıkmanı ve eğlencenin senin için nasıl geçtiği hakkında birlikte konuşmamızı öneriyorum.”

“Hayır, artık arabayı alamazsın.” Şöyle de diyebiliriz: “Evet, senin girebileceğin risklerin bilincinde olduğundan emin olmak istiyorum. Bunu birkaç gün düşünmeni ve direksiyonun başına geçmeden seninle bunun hakkında tekrar konuşmamızı isterdim.”

“Neye evet dediğimiz” konusundaki farkındalığınızı geliştirdikçe, ötekinin hayır derken aslında neye evet dediği konusundaki farkındalığımızı da geliştiririz. Gönlümüzü böylece açmak, ötekinin itirazımızı kendine karşı bir hareket olarak algılamasını önleme konusunda değer taşır. Çünkü dışlanma korkusuyla nasıl hayır demekte zorlanıyorsak, yine aynı dışlanma korkusuyla hayır sözünü işitmekte de zorlanırız: “Bana hayır dediler, öyleyse beni sevmiyorlar...”

Bizim hayır sözünü kuşkuya kapılmadan, güvenimiz sarsılmadan işitmemizi sağlayan ve dolayısıyla bizi, ötekinin davranışı ardında yatan duygularını ve ihtiyaçlarını dinlemeye ve onun neye evet dediğini araştırmaya hazır hale getiren yine aynı iç güvenliktir. Tam okula gidiş saatinde aynanın önünde saçlarını tarayan küçük kız aslında hayır demektedir: “Hayır, herkesle birlikte aşağı inmiyorum ve kendiliğimden arabaya binmiyorum.” Oysa anne, kızının hayır sözünün ardında söylediklerine kulak verecek kadar kendini güvende hissetse şunları işitebilir: “Evet, bana ailenin küçük kızı kimliğimde güven verecek özel bir şefkat işaretine ihtiyacım var hala.” Bulunan çözümse her sabah kavga etmekten çok daha yapıcı ve doyurucudur!

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült