İnsanların çoğu ünlü olmak ister. Kimileri arkadaş grubunu yeterli bulur
bunun için, kimileri hiç değilse mahallede, okulda filan tanınmaktan
hoşlanır. Bazıları öyle ufak çaplı ünlerle yetinemez, dertleri "kitlelere
mal olmak”tır. Sürekli ünlü olmanın yolunu ararlar.
Popart’ın babası Andy Warhol’un daha 1968’de “Gelecekte herkes en az on beş dakikalığına ünlü olacak” diyerek çağımızın ana karakterini işaret ettiği geleceğe geldik. Günümüzde ünlü olmanın basit veya karmaşık yolları var. Çevremiz bir anda üne kavuşan insanlarla dolu. İnsan ünlü olmayı kafaya koymaya görsün bir kere, ne yapar yapar, kendini tanıtır. Peki ne kadar sürer bu ün? Bir gün mü? Bir ay mı? Bir yıl mı? Bir yüzyıl mı? O, ünlü olduktan sonra düşünülecek bir mesele.
Yazarlar da insandır, bütün insanlar gibi gönüllerinde yatan aslan, ünlü bir aslandır ve ünlü olmalarını sağlayacak başka bir marifetleri yoksa yazarak tanınmayı tercih ederler. Mümkünse yüzleri de bilinsin isterler. Her yazar Salinger değildir ki, kamera veya fotoğraf makinesi görünce yüzünü kapatsın, olup olan birkaç kare fotoğrafı elden ele gezsin. Yazarların büyük çoğunluğu Salinger’ın aksine "o benim işte!” demek ister.
Ne yazık ki her zaman böyle olmaz. Yazar işi gereği "yüzünü gösteren” olmadığı için fizik varlığı çoğu kez tanınmaz. Tanınması da ayrı bir derttir gerçi yazarların bir kısmı "sukutu hayal korkusu” ile maluldür. Adlarıyla yazdıkları tanınsın yeter, ya okur kendisini görünce "o gözümde büyüttüğüm yazar bu muymuş” derse? Gerçi yazar milletinin genellikle kendine güveni büyük olur, bundan çekinen ya da görünüşüyle tanınmamayı prensip meselesi haline getiren pek azdır.
İstisnaları dışarıda tutarak bir genelleme yapmak gerekirse, yazarlar tanınmak isterler. Sadece yapıtlarının elden ele gezmesi onlara yetmez, adları da bilinsin isterler. Öyle olursa ne ala.
Böyle bahtiyarlar vardır elbette. Ama aksi durumlar da yaşanır. Bazı adlar çok büyüktür, ün sahibinin marifeti ha olmuş, ha olmamış, okur açısından pek bir şey fark etmez. Bu konu ne zaman aklıma takılsa, George Bernard Shaw’u hatırlarım. Anekdotları ve vecizeleri çok ünlü olan Shaw, 1950’de öldüğü halde, hala mühim sözler antolojilerine muhakkak birkaç "başyapıt” niteliğindeki cümlesiyle girer. Bazen ince bir mizah, bazen doğrudan alay ve küçümseme içeren sözleri, eski kuşağın denemelerini süslerdi bir zamanlar; yazma becerisi fazla olmayıp, onu bunu derleyerek kitap yapmaktan hoşlananlar için eşsiz bir kaynaktı. (Eskiden bu tür "antoloji”lere Amerikan Başkanları’nın bilhassa Benjamin Franklin’in veciz sözleri de sıklıkla girerdi.) Aslında Shaw oyun yazarı, vaktiyle elliye yakın oyun, pek başarılı olmayan romanlar yazmış. Ama onun afili sözlerini akıllarında tutup kalabalık toplantılarda satmaktan hoşlananlar, Pygmalion’un onun oyunu olduğunu bilmezler örneğin. George Bernard Shaw’un adının ünü, yazdıklarını gölgelemiştir.
Ya da Goethe’yi düşünelim. Ortaokul müfredat programlarında bile adı geçer, okuma parçasıdır, üniversite sınavlarında bile sorulduğu olmuştur. Ama okur geçinenlerin çoğu, çok sıkışsa ancak Faustu hatırlar, ona da "emin değilim” cevabını verir. Yahya Kemal’in, Orhan Veli’nin adını Türkiye’de milyonlar bilir, ama çok azı onlardan hiç değilse tek bir dizeyi ezberden okuyabilir.
Bazı yazarlar da onlarca kitap yazmışlardır, ama içlerinden ancak birinin adı ile yazarın adı ün açısından birbirine denktir. Bence bir yazar için talihsiz bir durum bu. "Madem bir tek yapıtım tanınacaktı, ötekileri niye yazdım?” diye düşündürür sanırım bu durum yazarları. Örneğin Halide Edip Adıvar denince, ortalama edebiyat okurunun aklına tek bir kitap gelir. Sinekli Bakkal. Hadi buna okurların büyük çoğunluğu okumuş olduğu için değil, adları ilginç olduğu için Türkün Ateşle İmtihanı ile Vurun Kahpeye’yi ekleyelim. Hepsi bu. "Halide Edip’in en iyi kitabı Sinekli Bakkal’sa ne yapalım?” tartışmasına girmeyelim ama, Mev’ut Hüküm’den tutun da, Mor Salkımlı EV’e hatta Yolpalas Cinayetine kadar bir yığın kitabı vardır Adıvar’ın.
Oscar Wilde’ın vaktiyle M.E.B. Yayınlarından Bahtiyar Prens adıyla, daha sonraki yıllarda başka yayınevlerinden Mutlu Prens adıyla yayımlanan, o birbirinden güzel hikayelerinden en çok hatırlananı "Bahtiyar Prens”tir. O hikayeyi ilk kez "Bahtiyar Prens” adıyla okuduğum için, "Mutlu Prens” bana sanki başka bir hikayeymiş gibi gelir hep, hatta çoğu zaman, çağrışımlardan Küçük Prens’e gider aklım.
Küçük Prens de tersine bir örnek. Yapıtın ünü yazarını fersah fersah aşmıştır. Okurların büyük çoğunluğu Küçük Prens’i okumuşlardır ama, yazarının Saint Exupery olduğunu küçük bir okur azınlığı bilir. Ünlü olmayı mesele edinen yazarlar için en acıklı ünlü olma tarzı bu olsa gerek. Hele yaşayan bir yazarsa.
Romanın babası Cervantes de böyle bir talihsiz bence. Edebiyatla şöyle böyle de olsa ilgilenip Don Kişot’un adını bilmeyen, yeldeğirmenlerine açılan savaştan haberdar olmayan, Sanço Panza’yıhiç değilse duymamış olan yoktur. Ama bunları bilenlerin arasından Cervantes’in adını bilen ne kadar az çıkar.
Cyrano de Bergerac’a ne demeli? Hani şu uzun burun hikayesi, kahramanın (Cyrano) müthiş bir tiradı vardır burun üzerine, amatör tiyatro gruplarında çalışma parçasıdır, defalarca filme alınmıştır, televizyonda bile oynamıştır. Ama yazarı "talihsiz” Edmond Rostand’ı pek az kişi bilir. Burun meselesinde bir uğursuzluk var galiba. Pinokyo farklı mı? Yalan söyledikçe burnu uzayan kuklanın hikayesini yazanın Carlo Collodi olduğunu, iyi bir okur olmak için gayret gösterenler bilir ancak.
Ama hiçbiri, (ne Cervantes, ne Rostand, ne de Collodi); Heidi’nin yazarı kadar talihsiz olamaz. Heidi’yi, Peter’i, Heidi’nin dedesini, Alp dağlarını, Saint Bernard cinsi köpeğini, Peter’in kör ninesini, Klara’yı, Bayan Rottenmaier’i çok iyi hatırlarız hepimiz. Heidi’nin Klara’ların Frankfurt’taki evlerinde sandalyelerin üzerine çıkıp dağları görmeye çalıştığını, dedenin kahvaltıda kalın bir dilim peynir kestiğini, Klara’nın tekerlekli iskemlesini uçurumdan aşağıya yuvarladıklarını tek tek hatırlarız ama yazarının adını bir kerede söyleyen çok az çıkar. Adı Joharına idi, ama soyadı neydi? Spyri olabilir mi? (Gerçi Heidi’nin ününün dünyaya yayılmasında Japon yapımı çizgi filmin katkısını unutmamak gerek.) İsterseniz Poliyanna’nın bahtsız yazarı Eleanor Porter’dan hiç söz etmeyelim.
Adının ünü ile yapıtlarının ünü birbirine denk olan şanslı yazarlar da yok değil. Jules Verne örneğin. Denizler Altında Yirmi Bin Fersah eşittir Jules Verne. Balonla Beş Hafta eşittir Jules Verne. Ya da Orhan Pamuk. Kara Kitap eşittir Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları eşittir Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı eşittir Orhan Pamuk.
Bazılarının da yapıtları o kadar çoktur ki, okurların tümünü bilmesini beklemek haksızlık olur. Kim Reşat Nuri Güntekin’in bütün romanlarını sayabilir ki? Bu konuda son yılların bence en parlak örneği, Harry Potter. Harry Potter’ın serisi Türkiye’de de yüzbinlerce sattı. Ama eminim bu yüzbinlerce okurun sadece yüzlercesi yazarın adının J.K.Rowling olduğunu hatırlayacak.
Sanırım ün ile ad ve yapıt arasındaki ilişkiyi zaman gösteriyor. Zaman, kimi zaman yapıtın, kimi zaman yazarın lehine işliyor.