William Blake

Georges Bataille


İngiliz edebiyatının bende en çok heyecan uyandıran isimlerini sayamam gerekse en başta, hiç tereddüt etmeden John Ford, Emily Bronte ve William Blake’in' isimlerini sayardım Bu sınıflandırmaları aslında pek anlamlı değil; ama bu isimler burada bir araya geldiklerinde uyumlu bir güç birliği yapıyorlar. Hepsi de yeni yeni karanlıktan çıkıyor ve hepsinde bulunan o büyük öfke, kitaplar aracılığıyla Kötülüğün saflığını doğruluyor.

Ford, suçlu aşk üstüne eşsiz bir imge bıraktı. Emily Bronte, terk edilmiş bir çocuğun kötülüğünde, kendisini tüketen arzunun tek açık cevabını buldu. Blake ise, mükemmel bir yalınlıkla kurduğu cümlelerle, insanoğlunu şiire, şiiri de Kötülüğe indirgemeyi başardı.

A. WILLIAM BLAKE’İN HAYATI VE ESERLERİ

William Blake’in hayatı oldukça sıradan sayılabilir: Düzenli ve macerasız bir hayat. Ancak yine de, kesinkes istisnai olan yanlarının insanı şaşırttığını söylemeliyiz: Büyük bir bölümü ortak sınırların ötesinde geçti. Kendi çağdaşları arasında onu dikkate alanlar oldu: Hayattayken kendine göre bir ünü vardı. Wordsworth ve Coleridge ’in övgüleri sınırsız değildi hiç kuşkusuz (en azından, Coleridge, onun yazılarında takındığı uygunsuz tavırdan yakınır). Çoğunlukla, Blake’i kendilerinden uzak tuttular: “Bu adam deli” diyorlardı. Öldükten sonra da Blake hakkında böyle konuşmaktan çekinmediler. Dengesizlik bütün eserlerine (yazılar, resimler) hakimdi. Eserlerinde ortak hayatın kuralları karşısında kayıtsız bir tutum takındı. Ölçüsüzlük ve ayıplanma ihtimali karşısındaki kayıtsızlığı, bu şiirleri ve çarpıcı renklerle belirginleşen bu figürleri yücelik mertebesine ulaştırdı. Blake, sık sık sanrılar görüyordu, ancak bunları hiçbir zaman önemsemedi. Deli olduğuna inanıyor, bu hayalleri insan olmanın doğal bir sonucu olarak değerlendiriyor, hatta onların insan zihninin yaratımları olduğuna inanıyordu.

Blake hakkında tuhaf değerlendirmeler yapıldığı da oldu: “Bilinçdışı uçurumunun derinliklerine inen başka pek çok insan var; ancak onlar geri dönemediler. Akıl hastaneleri bu insanlarla dolu, çünkü çağdaş tanıma göre deli, bilinçdışının simgelerinin istilasına uğrayan insandır. Blake, onlar kadar derinlere inip akıl sağlığını koruyabilen tek örnektir. Oysa, yukarıdaki dünyayla yalnızca şiir aracılığıyla bağlantı kurabilen Nietzsche, Hoelderlin gibi pek çok katıksız şair, o dünyada boğulup kalmıştır.” Akla ilişkin bu gösterimde makul olan yan, şiiri aklın karşıtı olarak ele alması olabilir. Bir şairin hayatında aklın egemen olması, Şiirin otantikliğine aykırıdır. Akıl, indirgenemeyen yapısını ve kendi içinde barındırdığı egemen şiddeti Şiirin elinden çekip alarak en azından onu sakatlayacaktır. Gerçek şair dünyada bir çocuk gibi yaşar: Aynı Blake ya da bir çocuk gibi mükemmel bir sağduyuyla davranır; ama herhangi bir işin idaresi ona emanet edilemez. Şair dünyada ebediyen azınlık olarak kalacaktır: Blake’in hayatı ve eserleri de işte böyle bir kopuşun ürünüdür. Blake hiçbir zaman delirmemiş ama deliliğin sınırlarında dolaşmıştır.

Bütün hayatının tek bir anlamı vardı: O, Şiirsel dehasının ürünü olan hayallerinden dış dünyanın bayağı gerçekliğine açılan bir kapıyı araladı. Yoksul sınıftan geldiğini ve hep öyle kaldığını düşününce, bunun ne kadar zor bir tercih olduğu daha iyi anlaşılacaktır: Kimi zenginler yapmacık davranırlar ve servetlerini kaybedince bu yapmacıklıktan vazgeçmek zorunda kalırlar. Yoksullar ise en önemli şeyin yoksulların yakınması olduğunu sanırlar. 1757 yılında Londra’da doğan William B lake, mütevazı bir tuhafiyecinin (büyük bir ihtimalle İrlanda asıllı) oğluydu. Pek az eğitim gördü; ancak babasının isteğiyle ve özel yetenekleri sayesinde (on iki yaşında harika şiirler yazdı, desende az rastlanan bir yeteneği olduğunu kanıtladı) on dört yaşında bir gravürcünün atölyesine girmeyi başardı. Tuhaf kompozisyonlarıyla müşterileri şaşırttığı için bu meslekte tutunamadı. Kendisine büyük bir aşkla bağlı olan karısı Catherine Bouchez ona her zaman destek oldu. Catherine Bouchez, Blake’in çizdiği figürlerdeki gibi endamlı bir kadındı. Kriz anlarında onu nasıl yatıştıracağım çok iyi biliyordu. Ölünceye kadar (1827), kırk beş yıl boyunca ona eşlik etti. Blake, doğaüstü bir güç tarafından görevlendirildiği duygusuyla yaşıyor ve çevresinde saygınlık yaratıyordu. Ancak, siyasal ve ahlaki düşünceleri hiç beğenilmiyordu. Londra’nın Fransa’daki Jakobenler’i en büyük düşman olarak gördüğü dönemde kırmızı bir bereyle dolaştı. Cinsel özgürlüğü savundu ve söylentilere göre karısına, metresini eve getirmek istediğini söyleyerek hep birlikte yaşamayı kabul ettirmeye çalıştı. Olaysız geçen hayatı kendi iç dünyasında akıp gitti; bu dünyayı oluşturan efsanevi figürler dış gerçekliklerin, bu gerçeklere dair ahlaki kuralların ve zorunlulukların reddiydi Catherine Bouchez’nin kırılgan görüntüsü, hayallerindeki meleklerin görüntüsüyle örtüştüğü zaman bir anlam kazanıyordu; bazen, Catherine ’in benimsediği onu sınırlayan kuralları reddediyordu. Hiç olmazsa buralarda gerçekçi bir tutum takınıyordu. Gerek dostları gerekse yaşadığı dönemin tarihsel olayları, görünümlerini bir anda değiştirip geçmişin kutsal kişilikleri ve olaylarıyla buluşabiliyorlardı Heykelci Flaxman’e yazdığı bir mektuba (Eylül 1800 tarihinde yazılmış) eşlik eden bir çeşit şiir, dışarıdan içeriye yönelen bu kayışı ortaya koyuyor:

Flaxman İtalya'ya gidince, Fuseli " verildi bana bir zaman için,

Şimdi de Flaxman dostu Hayley'i veriyor bana dostum olsun diye, yeryüzünde buymuş benim kısmetim.

İşte bu da Göklerdeki kısmetim, çocukluğumda Milton beni sevdi ve yüzünü gösterdi bana.

Ezra, Peygamber Yeşaya’yla geldi, ama olgunluk yıllarımda bana Shakespeare el verdi.

(...)

Ve altımızdaki Cehennemden, ve zorlu ve korkunç bir değişim titretti yeryüzünü.

Amerika Savaşı başladı. Bütün karanlık dehşetleri geçti önümden.

Atlantik’i aşıp Fransa'ya. Sonra Fransız Devrimi başladı toz duman içinde,

Ve Meleklerim, Yeryüzünde böylesi şeyler görerek var kalamayacağımı söylediler bana,

Ama kaldım Flaxman' a bağlılığımla, Kaygılı Korkuyu affetmesini bilen."

B. ŞİİRİN EGEMENLİĞİ

Jung, William Blake’in “psikoloji”sini (başka bir deyişle, Blake efsanesini) “içedönüklük” kategorisi çerçevesinde yorumlamaya çalışır. Jung’a göre “içedönük sezgi, bilincin arka planında gerçekleşen bütün süreçleri, dışadönük duyunun dış nesneleri algılamasındaki kadar berrak bir biçimde algılar. Dolayısıyla, şeyler ya da nesneler sezgi için ne kadar önemliyse bilinçaltının imgeleri de o kadar önemlidir.”      W P. Witcutt, bu konuya değinirken Blake’in ifadesini kullanmakta son derece haklıdır; ona göre: “İnsanın algıları duyu organlarıyla sınırlı değildir: İnsan, duyularının (ne kadar keskin olurlarsa olsunlar) keşfedebileceğinden çok daha fazlasını algılar. “Ancak, Jung’un kelime dağarcığında kısmen bir kayma vardır: Duyuların verilerine indirgenemeyen algılama, bize yalnızca içimizde olanlar hakkında (içedönük olanlar hakkında) bilgi vermez. Bu, şiir duygusudur.ı Şiir, duyuların verileri çıplak haldeyken onları kabul etmez; bununla birlikte, şiir dış dünyanın sürekli olarak küçümsenmesi de değildir, hatta pek ender olarak bunu yapar. Onun asıl reddettiği, nesnelerin kendi aralarına koydukları kesin sınırlardır, onların dışsal olma özellikleri değil. Şiir, yakın gerçekliği hem reddeder hem de ortadan kaldırır; çünkü onu, dünyanın hakiki görüntüsünü bizlerden saklayan bir perde olarak görür. Şiir için, kap kacağın ya da duvarların bana göre dışsallığı birbirinden farksızdır. Blake’in düşünceleri, Şiirin kendinden gelen değeri benin dışındaki değeri üstüne kuruludur. Anlamlı bir yazısında şöyle der: “Şiirsel Deha, hakiki İnsan’ın ta kendisidir ve beden, ya da insanın dış biçimi Şiirsel Deha’dan türemiştir.. Nasıl bütün insanların dış kuvveti aynıysa bütün insanlar Şiirsel Deha bakımından, aynı biçimde (ve aynı sonsuz çeşitlilikte) birbirlerine benzerler... Bütün Uluslar’ın Dinler’i, Şiirsel Deha’nın o Ulus özgülünde algılanışından türemiştir... Bütün insanların sonsuz çeşitliliklerine rağmen birbirine benzemesi gibi bütün Dinler de birbirine benzer ve kendilerine benzeyen şeyler gibi Dinler’in kaynağı tektir. Hakiki insan, yani Şiirsel Deha her şeyin kaynağıdır.” İnsanla Şiirin özdeşliği, yalnızca ahlakla dini karşı karşıya koymakla ve dini insan ürünü (Tanrı’nın ya da aklın aşkınlığının ürünü değil) bir olgu haline getirmekle kalmaz, içinde hareket ettiğimiz dünyayı da şiire teslim eder. Gerçekten de bu dünya, bize hem yabancı hem de bağımlı olan şeylere indirgenemez. Bu dünya, kutsallık alanının dışında kalan, bayağı ve baştan çıkarıcı olmayan bir iş dünyası değildir (dışsallıkta şiiri bulamayan “içedönükler”in gözünde, dünyanın hakikati şeylerin hakikatine indirgenmiştir): Yalnız ve yalnız, şeylerin sınırını reddeden ve ortadan kaldıran şiir, bizi kendi sınırsızlığına kavuşturma erdemini gösterebilir; tek kelimeyle dünya, onun hakkında sahip olduğumuz imge kutsallaştığı an gözlerimizin önüne serilir; çükü kutsal olan her şey şiirseldir ve Şiirsel olan her şey kutsaldır.

Çünkü din Şiirsel dehanın bir etkisidir yalnızca. Dinde olup da şiirde olmayan hiçbir şey yoktur; çünkü her şey şairi insanlığa, insanlığı da evrene bağlar. Biçimsel ve sabit olması, belli bir gruba çeşitli kolaylıklar sağlama (böylece, ahlakın belli bir yarar beklenen ya da din dışında kalan görevlerini gerçekleştirme) bağımlılığı taşıması dini, kendi Şiirsel hakikatinden uzaklaştırır; aynı özellikleri taşımaya razı olan şiir de, bu boyun eğişinin güçsüzlüğüne biçimsel olarak teslim olmak zorunda kalır. Aynı zorluk her alanda kendini gösterir: Her genel hakikat, daima özel bir yalan görünümdedir. Yalan söylemeyen din ya da şiir yoktur. Hatta bazı durumlarda dışarıdaki kalabalıkların bilgisizliğine indirgenemeyecek din ya da şiir de yoktur: Ancak yine de, din ve şiir bizi tutkuyla, ölümün hayata karşı çıkmadığı yere, kendi dışımıza savurmaktan asla vazgeçmezler. Daha açık bir deyişle, şiir ya da din, içedönük birey bunları kişisel duygularının takınağı durumuna getirdiği ölçüde yoksullaşır. Blake’in erdemi, hem şiiri hem de dini kendi tekil görünümlerinden kurtarmak olmuştur: Blake, dine şiirdeki özgürlüğü, şiire de dine özgü egemenlik gücünü vererek onları berraklaştırmıştır.

C. JUNG’UN PSİKANALİZİYLE YORUMLANAN BLAKE MİTOLOJİSİ

Blake, gerçek anlamda içedönük bir hayat sürmedi; onun sözde içedönüklüğünün tek bir anlamı vardı: Hazırladığı efsanelere özgünlük kazandırıyor, özel tercihlerde bulunmayı kolaylaştırıyordu. Onun evreninde yaşayan ve bitmez tükenmez savaşların anlatıldığı uzun şiirlere kendini bırakan tanrısal figürler, Blake’ten başka biri bu herhangi bir anlam ifade edilebilir miydi?

Blake mitolojisi genellikle Şiirin sorununu da beraberinde getirir. Şiir, geleneğin önerdiği efsaneleri konu aldığında özerkliğini kaybeder, kendi egemenliğini koruyamaz. Biçimi ve anlamı onsuz da var olabilen bir efsanenin mütevazı görüntüsü olarak kalır. Bir hayalcinin özerk eseri olan şiir, ikna etme gücü olmayan ve yalnızca şair için hakiki anlam taşıyan gizli hayalleri ortaya koyar. Efsanelerin yaratıcısı gibi görünen özerk şiir, son tahlilde bir efsanesizlik değil midir?

Gerçekten de, üstünde yaşadığımız dünya artık yeni efsaneler yaratmıyor ve Şiirin yarattığı sanılan efsaneler de, eğer iman gücüyle yazılmıyorlarsa, boşluktan başka hiçbir şeyi görünür kılmıyorlar: Enitharmon’dan söz etmek, Enitharmon gerçeğini açıklamıyor; hatta böylece Enitharmon’un, bu dünyadaki yokluğu itiraf edilmiş oluyor; her ne kadar şiir onu çağırıp dursa da... Blake’in paradoksu, bir yandan dinin özünü Şiirin özüne indirgerken bir yandan da (bu son değerlendirmenin bir zayıflığın ürünü olduğunu düşünüyoruz) Şiirin, kendi başına hem özgür kalıp hem de egemen değerini koruyamayacağını iddia etmiş olmasıdır. Bu, Şiirin aynı zamanda hem şiir hem de din olamayacağını söylemektir. Bu, Şiirin aslında bir din olması gerekirken olamadığını savunur. Şiir, sevilen bir varlığın anısı kadar dindir ve asıl adı yokluk olan imkansızlığa açar gözlerini. Kuşkusuz egemendir; ama nesnelere sahip olmak gibi değil, arzu gibi. Elbette şiir, kendi imparatorluğunun kapladığı alanı açıklayacaktır, ancak bizler bu alanı seyretmeye başladığımız an, onun elle tutulmaz bir aldatmaca olduğunu anlamamışsak onu seyretme ayrıcalığından asla yararlanamayız; bu bir imparatorluk değil Şiirin güçsüzlüğüdür aslında.

Daha Şiirin kaynağında zincirler çözülür ve yalnızca o güçsüz özgürlük sürdürür varlığını. Blake, Milton’dan söz ederken onun “bütün şairler gibi bilmeden şeytanların tarafını” tuttuğunu söylüyordu. Şiir saflığında olan, Şiirin gereklerini yerine getiren dinler Şiirin gerçek özü olan şeytandan daha güçlü olamazlar: Şiir, istese de yapıcı olamaz; o yıkıcıdır; o, ancak isyan ettiği zaman gerçektir. Günah ve cehennem azabı Milton ’un ilham kaynağıdır; cennet ise onun şiir heyecanını öldürür. Aynı şekilde Blake'in şiiri de, “imkansızlığın” uzağında kalınca eriyip gider. Olmayan hayaletlerin kaynaştığı o dev şiirleri zihnimizi zenginleştiremez, tam tersine boşaltır, onu hayal kırıklığına uğratırlar.

Onun şiirleri zihnimizi hayal kırıklığına uğratırlar ve hayal kırıklığına uğratmak için var olurlar; çünkü onlar, zihnin ortak gerekirliklerini reddetme üstüne kuruludurlar. Blake’in hayalleri, ancak yaratım hareketi içinde egemen kalabiliyorlardı: Düzeni bozulmuş tahayyülün kaprisleri, çıkar hesaplarına karşılık vermeyi reddediyordu. Buradan yola çıkılarak, Urizen ve Luvah’ın anlamsız oldukları söylenemez. Luvah tutkunun, Urizen de aklın kutsallığı anlamını taşırlar. Yine de bu efsane kişileri, kendi varoluşları için taşıdıkları anlamın mantıksal açımlamasına bel bağlamazlar. Onları yakından izlemek de nafiledir. Bu kişiler belli bir yöntemle incelendiğinde “Blake ’in psikolojisi” ayrıntılı olarak gözler önüne serilir: Ama önce bu psikolojinin en belirgin çizgisini silmek kaydıyla: Ona can veren öfke, mantıksal kendiliklerin ifadesine indirgenemez; o, kaprisin ta kendisidir ve kendiliklerin mantığı karşısında kayıtsızdır. Blake’in tahayyül gücünü anlaşılır önermelere, ortak ölçülere indirgemek nafile bir çabadan başka bir şey değildir. W P. Wittcutt bu konuda şunları yazar: “Blake ’in dört Zoa’sı, aslında ona özgü değildir. Edebiyatın çeşitli alanlarını kat etmiş bir konudur; ancak yalnızca Blake onları, sanki başlangıçta mitolojik halleriyle var olmuşlar gibi tanıtır.” Gerçekten de, hayal ürünü bu yaratıkların üçüne anlam kazandıran Blake’tir: Hem “ufuk” hem de “akıl” görünümünde olan Urizen, Işığın Prensi’dir: Tanrı’dır, “korkunç bir yıkıcıdır, Kurtarıcı değil”. Love kelimesine yakın adıyla aşkı çağrıştıran Luvah, Yunanlıların Eros ’u gibi ateşten bir çocuktur ve tutkunun canlı bir ifadesidir: “Burun delikleri kızgın bir alev çıkarır, vahşi hayvanların ormanı gibi onun zülüfleri; orada aslan gözünü dikip bakar, orada kaplan ve kurt bağırır ve orada kartal, yavrularını uçurumun kayalık yamacımla gizler. Yıldızlı gök gibi geniştir onun göğsü...” Apollon Diouysos için neyse, “Kehanetin Aklı” olan Los da Luvah için odur; Los, tahayyülün güçlerini temsil eder. Yalnızca, dördüncü yaratık olan Tharınas’ın anlamı açıkça verilmez; bununla birlikle W P Witcutt zeka, duygu ve sezginin üçlü işleyişini dördüncü işlev olarak yalnızca duyunun tamamlayabileceğinden emindir. Gerçekten de Blake dört Zoa’nın “insanın dört ebedi Anlam’ı” olduğunu söyler: Her birimizde dört güç bulunduğuna inanır (jour Mighty Ones). W. P. Witcutt’ın ortaya koyduğu bu dört işlev, C. J. Jung’un psikolojisindeki işlevlerdir: En temel işlevler bunlardır ve onlara, yalnızca Aziz Augustinus ’un düşüncelerinde değil Mısır efsanelerinde ve hatta... Les Trois Mousquetaires'di [Üç Silahşörler] (aslında dört silahşör vardır) ya da Edgar Wallace’in Thefour Just Men adlı kitabında bile rastlayabiliriz! Bu yorumların göründükleri kadar çılgın olmadıklarını söyleyebilirim; ne var ki, tam da bu yüzden, yani akıl yürütülerek yapılmış oldukları hatta akla uygun olduklar için Blake’in anlatmak istediği o şekilsiz heyecanın dışında, berisinde kalırlar. Oysa, sınırlarını aşırılıktan geçiren bu heyecan, yalnızca onun ölçüleri içinde kalınarak kavranabilir ve bu heyecan, hiçbir şeye bağımlı olmama kararından vazgeçmiştir.

William Blake’in efsanevi destanının bakış açısındaki keskinlik, yoksulluk ve cömertlik, acılar, dünyaları yaratışlar, egemen ya da asi tanrılar arasında çıkardığı savaşlar; bütün bunlar, daha ilk bakışta sanki psikanalize önerilen konularmış gibi görünürler. Bunlarda, bir babanın otoritesini ve aklını, oğulun gürültücü isyanını görmek hiç de zor değildir. Bunlarda, karşıtların uzlaştırılması çabasını, savaş kargaşasına nihai bir yön vererek onu yatıştırma isteğini aramak son derece doğaldır. Amaister Freud’un ister Jung’ın yöntemleriyle olsun psikanalizden yola çıkmak, psikanalizin kendi verilerini bulmaktan başka bir tehlike yaratabilir mi? Başka bir deyişle, Blake’i Jung’ın ışığıyla aydınlatmak bize, Blake’in niyetlerinden çok Jung’un kendi kuramı hakkında bilgi vermez mi? Getirilen açıklamaların ayrıntıları üstünde tartışmak boşuna. Genel bir tez bile bu denli kötü gerekçelendirilmez. Hiç kuşku yok, uzun simgesel şiirlerde anlatılmak istenen şey ruhun işlevlerini canlandıran tanrıların mücadelesidir; mücadele bitip ortalık yatıştığında büyük acılar çekmiş tanrılardan her biri, kendi işlevlerinin hiyerarşi içindeki konumuna uygun olarak kaderin tayin ettiği sona boyun eğeceklerdir. Ne var ki, böyle bir hakikatin anlamının belirsiz olması kuşku uyandırır: Çünkü böyle bir çözümleme, tuhaflıklar üstüne kurulmuş bir eseri, onun bu niteliğini geçersiz kılan bir çerçeveye oturtmakta ve ağır bir uykuyu uyanışın yerine koymaktadır. Ulaşılan dingin ve kesin sonuç, gerçekten de Blake’in, büyük acılar pahasına ulaştığı uyumdur. Oysa Jung ya da W P. Witcutt için, bir yolculuğun uyumlu sonu, çalkantılı bir yoldan çok daha anlamlıdır.

Jung’ın, Blake’i kendi dünyasının gösterimine indirgemesine karşı çıkılmayabilir; ama böyle bir yaklaşımın tatmin edici olmayacağı da açıktır. Çünkü Blake’in eserleri dünyanın, kendi sınırlı çerçevelerine indirgenemeyeceği konusunda umut vaat eder; çünkü burada her şey çok önceden olup bitmiştir; çünkü burada ne arayışlar kendi varlıklarını sürdürebilir, ne çalkantı ne de uyanış; çünkü burada, çizilmiş olan yolu takip etmekten başka bir şey yapamayız; çünkü burada uyumalı ve nefesimizi, uyutucu saatin evrensel gürültüsüne katmalıyız.

 

 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

Edebiyat

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült