Şiirin Toplumsal İşlevi

T. S. Eliot


Bu denemenin başlığı herkesin aklına başka başka şeyler getirebileceği için, ne demek istediğimi söylemeye girişmeden önce, bununla ilkin ne demek istemediğimi anlatmamı hoş görünüz. Bir şeyin işlevinden söz ederken, o şeyin ne yaptığından çok, ne yapması gerektiğini düşünürüz. Bu önemli bir ayrılıktır; çünkü Şiirin ne yapması gerektiği üzerine konuşmaya niyetli değilim ben. Şiirin ne yapması gerektiği üzerine konuşanlar, hele kendileri de ozansa, hemen her zaman yazmayı düşündükleri şiiri akıllarına koyarlar. Şiirin gelecekteki işi geçmiştekinden ayrı olabilir; böyle de olsa, geçmişte Şiirin değişik dillerde ve değişik zamanlarda ne yaptığını saptamak, uğraşmaya değer. Kendi şiirimle ne yaptığımı, ne yapmak istediğimi kolaylıkla söyler, ama sonra sizi, bütün iyi ozanların da geçmişte böyle yaptıklarına, ya da yapmış olmaları gerektiğine, ancak tüm başarıya ulaşamadıklarına, bunda da kusurlu sayılamayacaklarına inandırabilirdim. Ama bana öyle gelir ki, Şiirin —yalnızca bütün büyük şiirler demek istiyorum— geçmişte toplumsal bir işlevi yok idiyse, gelecekte de toplumsal bir işleve kavuşacağı olası değildir.

Bütün büyük şiirler sözüyle, konuyu başka bir yolda incelemeye kalkışma olasılığını önlemiş oluyorum. Birçok şiir ele alınır, her birinin toplumsal işlevi sırayla tartışılır, yine de Şiirin şiir olarak işlevi el değmemiş kalır. Tikel ve genel işlev

leri birbirinden ayırmak isteyişim, ne üzerine söz açmadığımızı bilmemiz içindir. Şiirin ölçülü, biçili, bilinçli toplumsal bir amacı vardır. Daha ilkel biçimlerinde bu amaç çok kez açık seçiktir. Örneğin, kimi büyü ve şarkılarla hastalığı sağaltmak, nazarı etkisiz kılmak, şeytanı yumuşatmak gibi yararlı büyüsel amaçlar güdülürdü. Şiir eski dinsel ayinlerde kullanılmıştır; şimdi de bir ilahi söyledik mi, özel bir toplumsal amaç için şiiri kullanıyoruz demektir. Destan ve koçaklamaların ilk biçimleri, yalnızca toplulukların eğlenceleri için varolmadan önce, şimdi tarih diye bellediğimiz olayları iletmek için kullanılmış olabilirler. Yazının daha bilinmediği dönemlerde, düzgün, koşuklu uyaklı sözler belleğe herhalde çok yardım etmiştir. Eski aşıkların, meddahların ve bilginlerin bellekleri de herhalde pek kuvvetli imiş.

Eski Yunan gibi daha ileri toplumlarda da Şiirin çoğunlukça benimsenmiş toplumsal işlevleri çok belirgindir. Yunan dramı dinsel ayinlerden doğar ve geleneksel bayramlarla ilintili resmi törenler biçiminde sürer. Pindaros2 od’u özel bir toplumsal olaya dinerek gelişir. Gerçekten, bu belli ereklerle kullanılışı, kimi türlerinde olgunluğa ulaşmasını sağlayan bir çatı çizmiştir şiire.

Daha yeni şiirde, daha önce sözünü ettiğim dinsel ilahiler gibi, kimi biçimler görülmektedir. Öğretsel (didactic) şiir deyiminin anlamı giderek değişikliğe uğramıştır. Öğretsel «bilgi taşıyan» olabileceği gibi, «tinsel öğüt veren» de olabilir; ya da her ikisini içeren bir anlam taşır. Örneğin Vergilius’un Georgics’i çok güzel bir şiirdir; hem de çiftçilik üzerine sağlam bilgiler verir. Ama bugün çiftçilik üzerine son bilgileri içeren bir kitap yazmak, hem de bunun güzel bir şiir olması olanaksızdır ilkin konunun çok karmaşık ve bilimsel olmasından, sonra da İmi düzyazı ile daha iyi yapılacağı için olanaksız.  Belirli amacı bilgi vermek olan şiir, yerini düzyazıya bırakmıştır. Öğretsel şiir, yavaş yavaş tinsel öğüt için, ya da okum yazarın bir görüşüne inandırma amacıyla kullanılır oldu. Bu yüzden, her ne kadar yansılama (parody) ve yalın güldürü' lerle ortak noktaları varsa da, geniş ölçüde asıl amacı güldürme ve eğlendirme olan taşlamayı (satire) içerir. XVU. yy.’da Dryden’in kimi şiirleri, ele aldıkları şeyleri gülünçleştirmek anlamında taşlamacı, okum belli bir siyasal, ya da dinsel inanışa kandırmayı amaçlamak bakımından da öğretseldir. Bunu yapabilmek için, gerçeği uydurma ile gizlemek gibi, simgeli öykü (allegory) yöntemleri de kullanılır. Okuru Anglikan Kilisesine karşı Roma Kilisesinin haklı olduğuna inandırmayı amaçlayan The Hind and the Panther adlı yapıtı, Dryden’in bu türde en göze çarpan şiiridir. XIX. yy.’da Shelley’in birçok şiiri toplumsal ve siyasal düzeltimlere aşırı tutkunluktan esinlenmiştir.

Dramatik Şiirin de, şimdi kendine yabansı düşen bir toplumsal işlevi vardır. Oysa bugün çoğu şiir, yalnızken sessizce, ya da küçük topluluklarda yüksek sesle okunmak için yazılırken, dramatik koşuk, sahnede oynanan düşsel bir olaycığı (episode) izleyen büyük toplulukları, hemen orada ve birlikte, etkilemek gibi bir işlevi yüklenmiştir. Dramatik şiir ötekilerden ayrıdır; ama özel kuralları dramınkiler gibi olduğundan, işlevi de genellikle dramın içinde yer alır. Bense, burada dramın özel toplumsal işlevi konusuna girmek istemiyorum.

Felsefi Şiirin özel işlevi uzunca bir inceleme ve tarihsel araştırma ister. Öyle sanıyorum ki, buraya kadar, her birinin özel işlevinin bir başka işleve bağlı olduğunu açıklamak üzere, yeterince türlü şiirden söz ettim: Sözgelimi, dramatik Şiirin işlevi drama, öğretsel Şiirin işlevi işlediği konuların işlevlerine; felsefe, din, töre, ya da siyaset üzerine öğretsel şiir bu bilgi dallarının işlevlerine bağlıdır. Bu tür şiirlerin işlevlerini tek tek ele alsak da Şiirin işlevi sorunu yine çözülmemiş kalır. Çünkü bütün bu söylediklerimizi ancak düzyazı ile yapabiliriz.

Daha ileri gitmeden, olası bir karşı çıkışı savmak isterim; Kimileyin bir özel amaç ardına düşmüştür diye şiire kuşku ile bakılır: Ozanın toplumsal, törel, siyasal, ya da dinsel görüşleri savunduğu şiirdir bu kuşkuyu uyandıran. Okur, öne sürülen görüşten yana değilse, okuduğunun şiir olmadığını söylemek eğilimine girer; görüşleri benimseyen okurun onu gerçek şiir sayması gibi. Hemen söyleyeyim ki, ozanın herhangi bir toplumsal tutumu savunması ya da ona saldırması önemli değildir. Ozan, günün tutulan davranışını yansıttığı kötü şiiri ile geçici bir ün salabilir; ama gerçek şiir, yalnız beğenilerdeki değişikliklerden sonra değil, ozanın büyük tutku ile sarıldığı sorunlara olan ilgisi bütün bütün sönüp gittikten sonra da yaşar. Yıldızbilim ve fizik üzerine verdiği bilgiler şimdi eskidiği halde, Lucretius’un3 şiiri yine büyüklüğünü sürdürmektedir. XVII. yy.’ın siyasal çekişmeleri bizi hiç ilgilendirmiyor, ama Dryden’in şiiri de büyüktür. Konularını bugün düzyazı ile işlediğimiz geçmişin büyük şiirleri bize yine büyük haz verebiliyor.

Şiirin asıl toplumsal işlevini bulmak istiyorsak, ilkin onun en belirgin işlevlerine eğilmeliyiz. Şiirin hiç kuşkusuz ilk işi haz vermektir. Nasıl bir haz, diye sorarsanız, ancak Şiirin verebileceği haz, der çıkarım; çünkü başka türlü bir yanıt vermeye kalkışmak bizi, estetiğin derinliğine, sanatın doğası genel sorununa götürür.

Büyük olsun küçük olsun her iyi ozanın, hazdan başka bize verecek şeyleri olduğu üzerinde sanırım birleşebiliriz. Çünkü yalnız haz verseydi, bu en yüksek düzeyde olmayabilirdi. Şiir, daha önce türlü örneklerle değindiğim belli amacı dışında, kimi yeni deneyleri ileterek, alışılmışı yeni bir biçimde sunup, başımızdan geçip de söylemeyi beceremediğimiz şeyleri anlatarak, bilincimizi genişletir ve duygularımızı inceltir. Ama bu  denemede üzerinde duracağımız şey, şiirden edinilen kişisel[1] yarardan çok kişisel hazzın niteliğidir. Herhalde hepimiz hem Şiirin verdiği hazzı, hem de bu haz dışında, yaşamımızda nasıl yer ettiğini anlıyoruz. Eğer bu iki etkiyi doğurmuyorsa, zaten ona şiir denmez. Bunu kabul ederiz de, toplum olarak hepimiz için Şiirin yaptığı şeyi önemsemeyiz. Bunu en geniş anlamda söylüyorum. Çünkü her ulusun bir şiiri olması önemlidir; şiirden hoşlananlar var diye değil —böyleleri yabancı diller öğrenerek o dillerde yazılmış şiirlerin tadına varabilirler— ama bütün olarak topluma, yani şiirden tat almayan halka yaptığı etkiden ötürü. Daha kendi ozanlarının adlarını bile bilmeyenleri de katıyorum buna. işte, bu denemenin asıl konusu bu.

Şiir başka sanatlardan, ozanın dilinden ve ırkından gelen halk için taşıdığı, ama bunun dışındakiler için taşımadığı değer yönünden ayrılır. Gerçi müzik ve resmin bile ırksal ve yerel özellikleri vardır, ama bir yabancı için bunların zevkine varma güçlüğü çok daha azdır. Bir düzyazının yazıldığı dildeki etkisini çeviride yitirdiği doğrudur. Ama bir çeviri romanı okurken yitirdiğimiz bir şiirde olduğundan çok azdır. Hele bilimsel bir çeviride yiten hemen hemen hiçtir. Şiirin düzyazıdan daha yerli nitelikli oluşu, en iyi Avrupa dilleri tarihinde görülebilir. Latince, Orta Çağdan şu son iki yüz yıl önceye kadar felsefe, tanrıbilim ve bilim dalı olarak kullanılmıştır. Ulusların kendi dillerini yazında kullanmaya özendirilişi şiirle başladı. Şiirin öncelikle duyulan anlattığı düşünülünce bunu doğal karşılamalı. Çünkü, duyularla coşkular özel, düşüncelerse geneldir. Bu nedenle hiçbir sanat, sapına değin şiir kadar ulusal değildir. Bir yabancı dilde düşünmek, duymaktan daha kolaydır. Bir ulus baskıyla okullarında başka dili kullanmaya zorlanabilir, dili elinden alınabilir; ama, ona yeni dilde duymayı öğretemezsiniz, eski dilini söküp atamazsınız. Duyuların taşıyıcısı olan şiirle yeniden canlanır çünkü. Demin «bir yabancı dilde duymak» dedim, bununla «bir başka dilde duygulan anlatmaktan daha çok şey demek istediğimi söylemeliyim. Bir başka dilde anlatılan düşünce hemen hemen aynı düşünce olabilirken, bir başka dile aktarılan duygu ya da coşku aynı değildir. En azından bir yabancı dili iyi öğrenmenin nedeni, bize ek bir kişilik kazandırmasıdır. Kendi dilimizden başka bir dil öğrenmemenin bir nedeni ise, bir başka kişi olmayı istemeyişimizdir. Üstün bir dil, onu konuşan ulus yok edilmedikçe kolay kolay ortadan silinemez. Bir dil bir ötekinin yerini, beğenilmesini sağlayan üstünlükleri olduğu için alır; yalnız bir değişiklik önerdiği için değil, hem düşüncede, hem de duygularda ilkel dil daha geniş, daha arınmış bir erimi olduğundan, onun yerine geçer.

Coşku ve duygu halkın ortaklaşa dilinde, bütün katmanların üleştiği dilde en iyi anlatımını bulur. Dilin yapısı, ritmi, ses özelliği ve söyleyişleri, onu konuşan halkın kimliğini belirler. Düzyazıdan çok Şiirin coşku ve duyguyu anlatmayı dert edindiğini söylerken, Şiirin düşünsel bir içeriği ve anlamı olmadığını, ya da büyük Şiirin daha önemsiz şiirden daha çok anlam içermediğini söylemek istemiyorum. Ama, böyle bir araştırmaya girişmek beni, önde gelen amacımdan uzaklaştırmış olabilir. Sanırım herkes kabul eder ki, kişioğlu en derin duygularının en bilinçli anlatımını başka sanatlardan, ya da başka dillerdeki şiirden çok, kendi dilinde yazılı şiirde bulur. Bu, gerçek Şiirin, herkesin tanıyıp anlayacağı duygularla sınırlanmış olduğu anlamına gelmez. Şiiri, halkın hoşlandığı nitelemesi ile sınırlamamalıyız. Türdeş bir halk için en arınmış ve karmaşık duygularla en kaba ve yalın duyguların ortaklaşa bir yanı varken, bunların başka dili konuşan, aynı düzeydeki bir halkın duyguları ile ortaklaşa bir yanı olmayışı bunu gösterir. Uygarlık sağlam bir uygarlıksa büyük ozan, öğrenimi ne olursa olsun, ülkesinin her yurttaşına bir şeyler söyleyebilir.

Denebilir ki, ozanın ozan olarak ödevi kendi halkına karşı ancak dolaylıdır; çünkü dolaysız ödevi kendi diline karşıdır— ilkin koruyarak, sonra yayıp geliştirerek. Başkalarının ne duyduklarını anlatırken, duyguyu bilinçlendirerek değiştirmekte, kişiye duymuş olduğu şeyi daha iyi tanıtmakta, böylece onlara kendileri üzerine bir şeyler öğretmektedir. Başkalarından daha bilinçli olduğu gibi, bireysel olarak başkalarına, dahası, başka ozanlara da benzemez. Okurlarına daha önce duymadıkları yeni duyguları, bilinçli olarak tattırır. Gerçek ozanla, tuhaf, ya da deli dolu yazar arasındaki ayırım budur. İkincisinin kendine özgü duyguları olabilir, ama bunları paylaşan çıkmaz; bu yüzden işe yaramaz o duygular. Birincisi ise duyarlığın yeni değişikliklerini bulur ve başkaları bunları edinmek için koşuşur. Ozan işte bunları anlatırken dili geliştirir, varsıllaştırır.

Bir ulusla bir başka ulus arasında, birbirinden ayrı dillerinden ötürü, ortaya çıkan ve onlarla gelişen çok ince duyu ayrımları üzerinde yeterince konuştum. Ama uluslar yalnızca değişik yerlerde oldukları için dünyayı birbirinden başka tanımakla kalmazlar; dünyayı tanımaları zamana göre de değişir. Gerçekten, dışımızdaki dünya değiştikçe duyarlığımız da sürekli değişime uğrar. Bizimki nasıl Çinlilerin, ya da Hintlilerinkine benzemiyorsa, birkaç yüzyıl önceki atalarımızınkine de öylesine benzemez. Dahası, babalarımızın duyarlığı da bir başka duyarlıktı; biz de bir yıl önceki insan değiliz. Burası apaçık; asıl açık olmayan, salt bu yüzden şiir yazmadan edemeyeceğimizdir. Öğrenim görmüşlerin çoğu, kitaplarını okumamış olsalar bile, kendi dillerinin büyük yazarları ile övünürler— kendi ülkelerinin bir başka üstünlüğü ile övündükleri gibi. Kimi yazarlar, siyasal konuşmalarda sözü edilecek kadar ün salarlar. Ama bu kadarı yeter mi? Birçokları, büyük yazarlar, özellikle büyük ozanlar yetişmedikçe, dillerinin ekinlerinin bozulacağını, giderek bir üstün ekin içinde eriyip gideceğini bilemezler.

Bir önemli nokta da, yaşayan bir yazınımız yoksa, geçmiş yazınımıza hızla yabancılaşacağımızda; sürekliliği bir kaçırdık mı elden, eski yazınımız bizden öylesine uzaklaşır ki, gün olur bize bir yabancı yazın gibi gelir. Çünkü çevremizin her yö nünden gelen özdeksel değişimlerin baskısı ile dilimiz değişmiş, yaşamımız değişmiştir. Seçkin duyarlıklarını, sözcükler üzerindeki üstün güçleri ile birleştirebilen birkaç kişi olmasa, yalnız anlatma yeteneğimiz değil, en kaba coşkuları duyma yeteneğimiz bile bozulur gider.

Bir ozanın yaşadığı çağda çok dinleyeni ve okuyanı olmaması o kadar önemli değil, ama her kuşakta hiç değilse biraz okuru bulunması önemlidir. Biraz önce söylediğimden şu çıkarılabilir: Ozan kendi çağı için önemlidir; bir başka deyişle, yaşayan ozanlarımız olmadıkça eskilerin bize pek yaran dokunmaz. Öne sürdüğüm ilk nokta üzerine basarak iyice belirteyim ki, eğer bir ozan çarçabuk büyük bir okur kütlesini çevresine toplamışsa, bundan kaygılanmak gerekir. Çünkü böyle bir durumda onun yeni bir şey söylemediğinden korkulur; ya da okurlarına alışılmış şeyleri vermekle kalıyor, demektir— sözgelimi daha önceki kuşak ozanlarından aldıklarını. Ozanın kendi zamanında küçük sayıda, ama aklı başında okurları bulunması önemlidir. Her zaman halkın küçük bir önde gidenler bölüğü bulunur; bunlar Şiirin tadına varmışlardır, bağımsızdırlar, kendi çağlarından ileri, yenilikleri hemen sindirebilecek kimselerdir. Ekinin gelişmesi demek herkesi ileri götürmek demek değildir, böyle bir şey herkesi uygun adımla yürütmek gibi bir şey olur. Önce geçmiş seçkinlerle geri kalanları bir arada tutmak, çok uysal olanların da, bir kuşaktan daha çok geri kalmamasını sağlamaktır.

Buraya kadar yalnız Şiirin etkisinin uzanabileceği son noktayı önerdim; daha iyi bir deyişle, uzunca bir süreçte toplum bireylerinin yaşamlarım, konuşmalarını, duyarlıklarını, şiir okumaktan hoşlansın hoşlanmasın, bütün halkı etkilediği öne sürülebilir Şiirin— dahası, bunlar büyük ozanlarının adlarını bilmese bile. Şiirin etkisi çemberin en uzak çevresinde pek dağınık, pek dolaylıdır; bu yüzden de saptanması güçtür. Açık gökyüzünde bir kuşun uçuşunu, bir uçağın yörüngesini izlemeye benzer bu. Önce yakından gördüğünüz kuş ya da uçak uzaklaşsa da, sürekli izlediğiniz için, yine gözünüzden kaybolmaz. Ama iyice uzakta iken bunu bir başkasına göstermekte çok güçlük çekersiniz. Bunun gibi, Şiirin etkisini, ondan çok etkilenmiş olanlardan başlayarak, onu hiç okumamışlara doğru izlerseniz, her yerde bulursunuz. Sağlam bir toplumda her öğe bir ötekini sürekli tersinimle etkilediğinden, ulusal ekinin canlı ve sağlam olduğu toplumlarda bu daha açık seçik görülür. Şiir, yetkinliği ve dinginliği oranında bütün ulusun dilini ve duyarlığım etkiler. Şiirin toplumsal işlevi deyince, geniş anlamda bunu söylemek istiyorum.

Sakın, konuştuğumuz dilin yalnızca ozanlarca saptandığını söylüyorum sanılmasın. Ekinin yapısı bu yalınlığa indirgenemeyecek kadar karmaşıktır. Yine, Şiirin niteliğinin, halkın kendi dilini kullanmasına bağlı olduğu bir o kadar gerçektir: Çünkü ozan gerçek olarak kullandığı dili çevresinde konuşulduğu gibi almak zorundadır. Eğer gelişiyorsa, ondan yararlanır; bozulmaya yüz tutmuşsa, iyileştirmektir görevi. Şiir bir noktaya kadar dilin güzelliğini korur, yitip gideni yerine koyar. Gelişmesine de yardım edebilir, hem etmelidir de. Daha gelişmemiş çağlarda ve o çağlar için olduğu gibi, şimdiki yaşamın değişen amaçları ve çok daha karmaşık durumlarında aynı inceliğe ve kesinliğe kavuşması için, gelişmesine yardım etmelidir. Ama şiir, ekin dediğimiz o gizemli toplumsal kişiliğin her öğesi gibi, kendi güdümünde olmayan birçok koşula bağlıdır.

Aklıma geliveren genel nitelikte birkaç noktaya değineceğim. Buraya kadar Şiirin ulusal ve yerel işlevine önem verdim; bu daha açıklanmak ister. Şiirin işlevi ulusları birbirinden ayırmaktır, diye bir izlenim bırakmak istemem. Çünkü birbirinden soyutlanmış Avrupa uluslarının ekinlerinin gelişeceğine inanmam. Geçmişte kimi büyük uygarlıkların kendi başlarına büyük sanat, düşünce ve yazın yarattıkları kuşkusuz doğrudur. Kaldı ki, kimilerinin ilk bakışta göründüğü kadar yapayalnız oldukları da kesinlikle söylenemez. Ama, Avrupa tarihinde bu böyle olmadı. Eski Yunan eski Mısır’a çok borçlu olduğu gibi, Asyalı öncülere de borçlu idi; sonra Eski Yunan’da bile birbirinden ayrı lehçeli ve davranışlı devletler, Avrupalı uluslarda olduğu gibi, birbirini karşılıklı etkilemiş özendirmişlerdir. Avrupa yazın tarihi, hiçbir ulusun ötekinden bağımsız olarak geliştiğini göstermek şöyle dursun, sürekli bir alış veriş içinde olduklarını, zaman zaman da her birinin, dışarıdan gelen uyarılarla canlandığını göstermektedir. Genel anlamda yeterlik ekinde geçerli değildir. Bir ülke ekininin sürekliliği umudu, başkalarıyla olan iletişimi ile pekişir. Avrupa birliği içinde ekin ayrışması bir tehlike ise, tekdüzeliğe yönelik bir birleşme de o kadar tehlikelidir. Türlülük, teklik kadar önemlidir. Örneğin, sınırlı amaçlarla, Esperanto ya da Temel İngilizce gibi evrensel lingua Franca’dan[2] çok söz edilmiştir. Şimdi bütün ulusların böyle yapay dillerle görüştüklerini bir düşününüz. Ne kadar yalın bir şey olurdu bu! Bir başka deyişle, kimi yerlerde işe yarasalar bile, ötekilerde tam bir anlaşmazlık kaynağı olup çıkarlardı. Şiir, bir dilde söylenebilen bütün şeylerin değişmez bir anımsatıcısıdır ve başka dile aktarılamaz. Uluslar arasındaki tinsel iletişim, bireylerin en az bir yabancı dili, kendi dilinden başka bir dili öğreninceye ve kendi dilinden başka bir dilde duyma yeteneğine, şöyle ya da böyle, kavuşuncaya kadar süreklilik kazanamaz. Birinin bir başka ulusu anlayabilmesi ancak, o ulus içinde o kişinin dilini öğrenmeye katlanmış kişilerin anlayışları ile tamamlanır.

Bir başka ulusun Şiirini incelemek çok öğreticidir. Bir Şiirin, yazıldığı dili ana dil olarak bilenlerce anlaşılabilen nitelikleri bulunduğunu söylemiştim. Bunun bir başka yanı da var. Kimileyin karşılaşırım, iyi bilmediğim bir dili okurken, okulda öğretilen yol ve yordama göre anlamaya çalışıncaya kadar, elime aldığım düzyazıdan hiçbir şey anlamam— bir başka deyişle, her sözcüğün anlamım kesinlikle öğreninceye, dilbilgisi ve sözdizimi kurallarım kavrayıncaya ve en sonunda parçayı İngilizce düşününceye kadar. Öte yandan, bilmediğim sözcüklerle dolu, kendi dilime çeviremediğim, elgin tümceli bir şiiri okurken, İngilizcede bulamadığım, özgün, bana hemen canlı bir şey ileten bir izlenim edinirim. Öyle bir izlenim ki, sözcüklere vuramazsın, ama anlamışsın gibi gelir sana. Daha sonra o dili öğrendikçe, bu izlenimin bir kendini aldatma, şiirde bulunmayanı varsayma olmadığını, tersine şiirde gerçekten bulunan bir şey olduğunu görmüşümdür. Demek ki, şiirle zaman zaman, eğer denebilirse, pasaportsuz ve biletsiz bir başka ülkeye girebiliyor insan.

Avrupa sınırları içinde ayrı dilleri konuşan, ama ekinleri ilintili ülkelerin sorununa, Şiirin toplumsal işlevini irdelerken, belki de beklemediğimiz bir zamanda yönelmiş oluyoruz. Buradan tümüyle siyasal sorunlara geçmek niyetinde değilim; ama siyasal sorunlarla ilgilenenlerin, benim değindiklerime girmek üzere, sınırı sık sık geçmelerini doğrusu dilerim. Çünkü, benim değindiklerim sorunun tinsel yanını, siyaset ise özdeksel yanını oluşturur. Çizginin bana bakan yönünde kişi, kendi başına büyüme yasaları olan, her zaman usa yatkın olmasa da, usun benimsemesi zorunlu, yaşayan şeylerle ilgilenir: Bunlar, rüzgar, yağmur ve mevsimler gibi önceden planlanamayan, bir düzene konamayan şeylerdir.

Son olarak, ister varolduğunu bilsinler ister bilmesinler, ozanın dilini konuşan bütün halk için Şiirin bir işlevi olduğuna inanmakta haklı isem, buradan şöyle bir sonuç çıkarabilirim: Avrupalı ulusların her zaman şiirleri olması, Avrupalı her ulus için önemlidir. Norveç Şiirini okuyamam, ama bana deseler ki, artık Norveççe hiç şiir yazılmıyor, yalnız üzülmekle kalmaz, paniğe kapılırdım. Bunu, bütün Avrupa’ya yayılma olasılığı olan tinsel bir hastalık, uygar kişilerin her yerde coşkularını anlatamaz ve sonuç olarak duyamaz duruma geldikleri bir çöküntü başlangıcı sayardım. Hem bu olamaz da değil. Her yerde dinsel inancın azalmakta olduğu üzerine çok şey söylendi; ama dinsel duyarlığın azaldığım gösteren elle tutulur bir işaret ortada yoktur. Yeni çağın sıkıntısı, Tanrıya ve insana ilişkin şeylere atalarımız gibi inanamayışında değil, Tanrıya ve insana doğru, onlar gibi duyma yeteneğinden yoksun oluşundadır. Artık geçerliği kalmamış bir inanç bir bakıma anlaşılır bir şeydir; ama dinsel duyuş bir kez kayboldu mü, kişioğlunun onu anlatmak için çırpınarak kullandığı sözler de anlamsız kalır. Dinsel duyuşun, Şiirsel duyuş gibi, ülkeden ülkeye, çağdan çağa değiştiği doğrudur; inançlar, öğretiler aynı kalsa da, duyuşlar değişir. Bu, insan yaşamının koşuludur ve onda kavradığım şey de ölümdür. Şiir için duyulanla şiire gereç olan duyuların her yerde yok olup gitmesi olanağı yok değildir; belki de bu, dünyanın, kimi kişilerce kurtuluşu için özlenen birleşme işini kolaylaştırır.

 

[1] Lucretius: Romalı ozan ve filozof, İ.Ö. 96-55. (Çev.)

[2] İtalyanca, Fransızca, İspanyolca, Yunanca ve Arapça karışımı, Akdeniz limanlarında konuşulan eski bir dil. (Çev.)

 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

Edebiyat

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült