Kavafis’in yalnızlık ile saatin vuruşları arasındaki ilişkiye verdiği şu örnek, gerçekten çok ilginç: “Yalnız insanlar, bizim görmediğimiz şeyleri görürler: dünyaya son derece duyarlı bir bakışla bakarlar. Yalnızlık, derin düşünce ve dünyadan elini eteğini çekme, ruhu inceltir, keskinleştirir. Bizse insanlarla görüşerek, düşünmekten kaçarak ve yeryüzü zevkleriyle köreltiriz onu. Bu nedenle bizim görmediklerimizi görürler. Bir odada yalnız başına kalan insan, saatin vuruşlarım açık seçik duyar. Ama içeri biri girer ve bir konuşma başlarsa onu artık duymaz olur. Vuruşlar duyulmaz hale gelmemiştir oysa.”
Elbette Kavafis’in örnek olayındaki zaman, soyut zaman kavramıyla ilgili değil, yalnızca düzenli aralıklarla ses çıkaran saatin somut, mekanik yanıyla ilgili. Ama bu durum, yalnızlık ile zaman arasında bir ilişki kurmamıza kapı aralıyor. Dolayısıyla şiir ve zaman arasında... Çünkü yalnızlık, şiirin temeli, şiir yazan öznenin, hem şiir yazma sürecindeki, hem de günlük yaşamındaki, şiir için neredeyse gerekli ve kaçınılmaz durumudur.
Richard Sennet, üç tür yalnızlıktan söz ediyor: Birinci tür yalnızlık, iktidar tarafından dayatılan yalnızlıktır. Yalıtılmışlığın, anormal olanın yalnızlığıdır. Modern bir iş yerinde, kitlenin ortasında yalnız olma duygusudur.
İkinci tür yalnızlık, iktidar sahiplerini korkutan yalnızlıktır. Düş görenin, başkaldıran insanın yalnızlığıdır. Devlet yasalarının karşısına, daha yüksek yasaların sözüyle çıkan Sokrates, bu tür bir yalnızdır.
Üçüncü tür yalnızlık, iktidarla hiç bir ilişkisi olmayan yalnızlıktır. “Bir başına olmakla, yalnız olmak arasında fark vardır” düşüncesine dayanan yalnızlık. İç yaşama sahip olmanın sezgisi. Ötekilerden farklılığın yalnızlığı.
İşte şairin yalnızlığı, Richard Serınet’in tanımlamaya çalıştığı üç yalnızlık türünden, üçüncüsüdür. Bu yüzden, Kavafis’in örnek olayındaki insan eğer şairse, saatin vuruşlarını her durumda işitecektir. Çünkü şair, zamanın dışında değil, akışındadır. Ahmet Hamdi Tanpınar, bu durumu şu dizelerle vurgulamıyor muydu: "Ne içindeyim zamanın/ Ne de büsbütün dışında/ Yekpare geniş bir anın/ Parçalanmaz akışında.” Heidegger, “saatten zaman konusunda ne öğreniriz?’ diye soruyor ve zamanın, içinde bir şimdi noktasının saptanabildiği bir şey olduğunu, öyle ki iki zaman noktasından birinin önce, birinin sonra olduğunu söylüyor. Heidegger’e göre, zamanın şimdi noktalarından hiçbiri bir diğerine göre ayrıcalıklı değildir. Herhangi bir şimdi noktası, “şimdi” olarak, daha sonraki birinin muhtemel öncesidir; “sonra” olarak da daha önceki birinin sonrasıdır. Bu zaman bütünüyle homojendir. Zaman ancak homojen olması koşuluyla ölçülebilir. Öyleyse zaman, aşamaları birbirine göre önce ve sonra ilişkisi içinde olan bir açılımdır. Her önce ve sonra, bir şimdiye göre belirlenebilir ki bu şimdinin kendisi keyfidir.
Christopher Caudwell, şiirsel söylemin özelliklerini, ilkelerini bulmaya çalışırken, şiirin roman ve öykü karşısındaki en önemli özelliğinin, “genel zamansızlık ilkesi” olduğunu belirtir. Bu, doğrudur. Ama buradaki zamansızlık m anlamını doğru kavramak gerekir. Zamanın akışında” olduğunu söyleyen Tanpınar’ı onayladığımıza göre, CaudvveH’ın ilkesinden, şiiri, Heidegger’in tanımladığı zaman kavramının dışına itmediğim, şiirin yalnızca “geçmiş-şimdi-gelecek” bağlamında bir zamansal süreci içermediğini, anlamalıyız. Yoksa, çelişkiye düşeriz. Aslında Caudwell, “şiir genel olarak zamansızdır” derken, anlatı sanatlarındaki (roman, öykü, oyun) “öykü zamanı’nın, şiir için geçerli olmadığını vurguluyor. Öykülemede yazarın anlam üretebilmek için eylem-zaman-uzam (mekan) tutarlılığı oluşturması gerekir. Gerçi, örneğin Oktay Rıfat’ın “Niko’nun Kahvesi”, M. C. Anday’ın
“Gelinlik Kızın Ölümü”, Nazım Hikmet’in “Kurtuluş Savaşı Destanı” adlı şiirleri, zamanın geçmiş-şimdi-gelecek boyutlarıyla sınırlı gibi görünse de, onlara biraz uzaktan bakıldığında, bu şiirlerdeki şiirsel yaşantıların genel zamansızlık içerisinde devindiği görülecektir.
Stephan W. Hawking’in Zamanın Kısa Tarihi'nden öğrendiğimize göre, ışık hızı saniyede 300.000 km/sn’dir. şiirin vazgeçilmez imgelerinden biri olan yıldızların dünyaya en yakın olanı, dört ışık yılı ya da 37 milyon kere milyon kilometre uzaklıktadır. Çıplak gözle görülen yıldızların çoğu, dünyadan birkaç yüz ışık yılı uzaktadır. İnsanın uzay içindeki konumu, bu ölçülerle karşılaştırıldığında, insanın şiir adını verdiği etkinliğin kendisi de, bu etkinliğe taşıdığı serüvenleri de ne denli trajikomik olmuyor mu? Ama bu konumdaki insanı, Ritsos’un “Örümcek” adlı şiirindeki örümceğe benzetirsek, hiç de komik olmaz:
"Bazan rastgele, önemsiz mi önemsiz bir sözcük
umulmadık bir anlam katar şiire,
örneğin kocaman boş bir küp gibi
kaç zamandır kimsenin uğramadığı terkedilmiş bir bodrumda;—
karanlık ağzında bir örümcek dolaşmaktadır,
anlamsız,
(senin için anlamsız, ama onun için değildir belki.)