Edebiyat

 

 

Shakespeare'in Şiir Ve Soneleri

Mina Urgan


Shakespeare'in şiirleri deyince, yalnız Venüs and Adonis'i (Venüs ve Adonis), The Rape of Lucrece'i (Lucrece'in Irzına Geçilmesi) ve soneleri değil, tüm oyunlarını düşünmemiz gerekir. Çünkü onun oyunlarının hem biçimi, hem de özü şiirdir ve yazdıklarında şiirle tiyatro eşsiz bir uyum içinde bütünleşir. Shakespeare herhangi bir dile çevrilince, değerinin en azından yarısının yitirilmesinin nedeni de budur. Herkesçe bilindiği gibi, şiir ne denli güzel olursa, çevrilmesi de aynı oranda güçleşir. "Traduttore traditore" diyen ve çevirmenin aslında metne hainlik ettiği anlamına gelen İtalyan sözü, sanki sadece Shakespeare için söylenmiştir. Gerçi tiyatro yazarı Shakespeare'i başka bir dile çevirebiliriz. Ne var ki, bu tiyatro yazarıyla kaynaşmış olan şair Shakespeare'i başka bir dile çevirmenin yolu yok gibidir.

Bu bölümde, Shakespeare'in doğrudan doğruya şiir olarak yazdıklarını ele alacağız. Bunlardan Venüs and Adonis, The Rape of Lucrece ve çok daha kısa olan The Lover’s Complaint (Aşığın Yakınması) ile The Phoenix and the Turtle (Anka Kuşuyla Kumru) üstünde fazla duracak değiliz. İngilizce edebiyatının en güzel şiirleri arasında yer alan soneleri ise daha ayrıntılı olarak incelememiz gerekecek.

1593'te yayımlanan Venüs and Adonis, Henry Wriothesley'ye, yani Earl of Southampton'a sunulmuştur. Shakespeare sunuş yazısında, bu şiir için, "hayal gücümün ilk evladı" ("The first heir of my invention") der. Genç lord bundan hoşlanırsa, daha ağırbaşlı bir şiiri gene ona sunacağına söz verir. "Hayal gücümün ilk evladı" dediği için bunu ilk yapıtı sananlar olmuştur. Ama Shakespeare, yayımlanan ilk yapıtı, demek istemiştir belki de.

Altı dizelik kıtalarla yazılan Venüs and Adonis'in uzunluğu aşağı yukarı iki bin satırdır. Doğrudan doğruya erotik bir havası olan, hatta Coleridge'in bu yüzden "nahoş" bulduğu konu, Yunan mitolojisinden alınmıştır. Adonis adlı güzel bir delikanlı, avdan hoşlanmakta ve aşkı hor görmektedir. Aşk tanrıçası Venüs, yakışıklı Adonis'i sever, daha doğrusu ona karşı cinsel bir istek duyar ve delikanlıyı baştan çıkarmak için elinden geleni yapar, zorla saldırmaya bile yeltenir:

Öyle azgındı ki, isteği sayesinde gücü pekişti;

Yiğitçe onu yakalayıp, atından alaşağı etti.

Being so enraged, desire doth lend her force

Courageously to pluck him from his horse.

Ne var ki, Venüs aşk söylevlerine, gözyaşlarına, horlamalarına, ayılmalarına bayılmalarına, edepten yoksun tüm çabalarına karşın, Adonis'i baştan çıkaramaz gene de; onda ancak bir utanç duygusu uyandırabilir. Adonis aşk ve güzellik tanrıçasını kasıp kavuran bu yoğun isteğin, gerçek sevgiyle hiçbir ilgisi olmadığını çok iyi bilir:

Sevgi deme buna; çünkü sevgi gökyüzüne kaçtı,

Terleyen şehvet onun yeryüzündeki yerini alalı beri.

Cali it not love, for Love to heaven is fled,

Since sweating Lust on earth absorb’d his name;

Adonis sevgiyle şehvetin tam bir karşıtlık olduğunu anlatır:

Sevgi yağmurdan sonra açan güneş gibi avutur;

Oysa şehvet güneşten sonra fırtına gibidir.

Sevginin tatlı baharı her dem taze kalır;

Şehvetin kışı daha yaz bitmeden basar.

Sevgi açgözlü değildir; şehvet tıkanan bir obur gibi ölür.

Sevgi baştan aşağı gerçektir; şehvet uydurma yalanlarla doludur.

Love comforteth like sunshine after rain,

But lust's effect is tempest after sun.

Love's gentle spring doth ahvays fresh remain,

Lust's winter comes ere summer half be done.

Love surfelts not, lust like a glutton dies.

Love is all truth, lust full offorged lies.

Delikanlı hırs, öfke ve acılar içinde kıvranan Venüs'ün elinden kurtularak, karanlığın içinde yok olur. Ertesi gün arkadaşlarıyla birlikte yabandomuzu avına çıkar. Avın tüm ayrıntılarıyla anlatılması, Shakespeare'in bu işi yakından bildiğini gösterir. Yakışıklı gencin başına bir felaket geleceğini sezen Venüs'ün duyduğu acı bir kat daha artar. Adonis ölürse, güzellik de onunla birlikte ölecektir; güzellik ölünce de, dünyada kargaşa yeniden başlayacaktır:

Çünkü o ölünce, onunla birlikte güzellik de öldürülür;

Güzellik ölünce de,

Kara Kargaşa gelir gene.

For he being dead, with him is beauty slain,

And Beauty dead,

Black Chaos comes again.

Şiirin sonunda bir yabandomuzu Adonis'i ölesiye yaralar ve şiir, güzel delikanlının ölüsü üstüne kapanan Venüs'ün inleyip ağlamalarıyla biter.

Venüs and Adonis'den bir yıl sonra, 1594'te yayımlanan The Rape of Lucrece de Earl of Southampton'a sunulmuştu. Ama sunuş yazısı çok daha coşkulu ve candandır bu kez. Shakespeare, genç lord'a duyduğu sonsuz sevgiden söz eder, her şeyi ona borçlu olduğunu söyler.

Aşağı yukarı ilk şiir kadar uzun olan The Rape of hücrece, "rhyme royal" denilen yedi dizelik kıtalarla yazılmış ve konusunu Roma efsanelerinden almıştır. Roma kralının oğlu Sextus Tarquinius, dürüstlüğü ve namusuyla ün salan soylu Lucrece'e tutulur. Onu baştan çıkaramayacağını anlayınca, zorla ırzına geçer. Genç kadın başına gelen felaketi babasına ve kocasına bildirdikten sonra, namusunu temizleyebilmek için kendini öldürür.

Shakespeare'in şiiri, Tarquin'in Lucrece'in evine gelmesiyle başlar. Kadının kocası savaştadır ve bu durumdan yararlanan Tarquin, ne yapıp yapıp, gerekirse zor kullanarak, istediğini elde etmeye karar vermiştir. Bütün şiir bu ırza geçmenin öyküsünden başka bir şey değildir. İlk şiirde de Venüs Adonis'i ister, ama elde edemez. Oysa Tarquin kötü tutkusunu gerçekleştirir. The Rape of hücrece, Venüs and Adonis kadar erotik olmakla birlikte, şair bir bakıma şehveti daha da yoğun bir biçimde ayıpladığı için ikinci Şiirin havası, birincisinden biraz daha ağırbaşlıdır. Lucrece'in acıları da Venüs'ünkilerden biraz daha fazla dokunur bize.

Açık konuşmak gerekirse, pek değeri olmayan bu şiirleri, büyük bir şairin acemilik dönemine bile yakıştıramıyoruz. Bizce bunları, Elizabeth çağının ikinci derece bir şairi de pekala yazabilirdi. Aşırı süslü, şatafatlı ve yapmacık bir anlatımla, Ovidius'u örnek alarak bu tür erotik şiirler yazmak bir moda halini almıştı o sıralarda. Bu iki şiir cinsel istek ve şehvet üstüne kuruldukları ve hiç olmazsa bu açıdan heyecan uyandırmaları gerektiği halde, aslında bir hayli cansız ve soğukturlar. 19. yüzyılın ünlü eleştirmeni Hazlitt, Venüs and Adonis ile The Rape of Lucrece'i "buzdan yapılmış iki binaya" ("A couple of icehouses") benzetmekte gerçekten haklıdır. Bunlarda laf kalabalığının gürültüsü ağır basarken, duyguların uyukladıklarını söyleyen Douglas Bush'un da Hazlitt'in görüşünü paylaştığı bellidir. Her iki şiir de, üstünde fazlasıyla durulmuş, gereğinden fazla abartılmış sözcük oyunlarıyla, aşırıya kaçan uzatılmış benzetmelerle doludur.

Bugün Shakespeare'e tapanlar bile, bu iki şiiri pek okumazlar, okuyunca da hayal kırıklığına uğrarlar. Oysa çağdaşlarının gözünde, Shakespeare ününün çoğunu bu iki gençlik Şiirine borçluydu. Bize çok garip gelecek ama, o çağın adamları Venüs and Adonis ile The Rape of Lucrece'i Shakespeare'in en büyük tragedyalarından belki daha çok beğenirlerdi. 1593'le 1602 arasında Venüs and Adonis altı kez basıldı; 1594'le 1616 arasında The Rafe of hücrece beş kez basıldı. Oysa Shakespeare'in ölümünden önce yayımlanan on sekiz oyunu aynı rağbeti görmemişti. Zaten Elizabeth çağında oyunlar, edebiyat açısından değerli sayılmazdı. Daha sonra açıklayacağımız gibi, bunları yazanlar kitap halinde yayımlamazlardı genellikle. Ben Jonson'un oyunlarından "yapıtlarım" diye söz edişini ve onları yayımlamak istemesini, çağdaşları alayla karışık bir hayretle karşıladılar. 17. yüzyılın başlangıcında Sir Thomas Bodley, Oxford'da kendi adını taşıyan Bodleian kitaplığını kurarken, tiyatro oyunları gibi "ıvır zıvır" şeylerin bu kitaplığa girmemesine karar vermişti. Şimdi büyük çoğunluk için film senaryoları neyse, o sıralarda da tiyatro oyunları oydu; yani sanat değeri pek düşünülmeden, halk hoşça vakit geçirsin diye düzenlenen bir gösteri. Böylece Shakespeare yazar sayılmasını, oyunlarından fazla bu gençlik şiirlerine borçluydu. Örneğin, Return from Parnassus'dakı (Parnassus'dan Dönüş) kişilerden biri, Shakespeare'e hayranlığım göstermek için Venüs and Adonis'ı yastığının altına koyacağını söyler. Hiç kuşkumuz yok ki, çağdaşlarının çoğu 1608 yılında Shakespeare'in ününün Venüs and Adonis ile The Rape of Lucrece’in üstüne kurulu olduğunu ileri süren Richard Barnfield ile aynı görüşteydiler. Oysa o sıralarda Shakespeare büyük tragedyalarını yazmıştı bile.

Shakespeare'in yazdığı sanılan ve iki yüzyıldır onun yapıtları arasında çıktıkları halde, gerçekten Shakespeare'in olup olmadıkları bilinmeyen iki üç şiir daha vardır. Sonelerin ilk baskısıyla birlikte yayımlanan The Lover’s Complaint'i, Kerıneth Muir dışında hiçbir önemli eleştirmen Shakespeare'in şiiri olarak kabul etmemiştir. Yedişer dizelik kırk dokuz kıtası olan bu şiirde, sevdiği adam tarafından terk edilen bir genç kızın hali anlatılır.

Elizabeth çağı matbaacılarından Jaggard'ın Shakespeare'in diye yayımladığı The Passionate Pilgrim, küçük bir derlemedir aslında. Bu kitapta Shakespeare'in iki sonesi ve hove’s habour's host'dan alman üç şiiri bulunduğu gibi, Marlovve, Raleigh ve başkalarının da şiirleri vardır. Hatta çağdaş yazarlardan Thomas Heywood'a göre, Shakespeare başkalarının yazdıklarını kendi adıyla yayımladığı için matbaacı Jaggard'a fena halde kızmıştı.

Shakespeare'in yazdığı kuşkulu olan bu şiirler arasında en çok ilgi çekeni ve Shakespeare'e en layık görüneni, altmış yedi dizelik The Phoenix and the Turtle'dır. Bir hayli garip, yer yer çok güzel ve anlaşılması çok güç olan bu kısa şiir, 1601'de Robert Chester'in Love's Martyr (Aşkın Kurbanı) adlı kitabında Shakespeare'in şiiri olarak çıkmıştı. Yüzyıllarca yaşadıktan sonra kendi kendini yakan ve kendi küllerinden gene dirilen bir efsane kuşuyla bir kumru arasındaki sevgiyi ve kendileri ölmelerine karşın sonsuza dek yaşayacak olan sevdalarını anlatan bu şiir, öylesine gizemlidir ki, eski eleştirmenler bunu anlamak için bir çaba göstermeye bile yanaşmamışlardır. Örneğin, Sidney Lee, "iyi ki, Shakespeare buna benzer başka şiirler yazmamıştır" deyip geçer.10 Oysa bugünün Shakespeare uzmanları The Phoenix and the Turtle'a çok değer verir, bu Şiirin değişik yorumlarını yaparlar. M. C. Bradbrook, bunu "büyük bir şiir", Shakespeare'in tek platonik şiiri sayar.11 G. Wilson Knight, The Mutual Flame adlı kitabının adını bu şiirden alır ve kitabın yarısını "garip ve olağanüstü" bir şiir12 diye nitelediği The Phoenix and the Turtle m incelenmesine ayırır.

Venüs and Adonis ile The Rape ofLucrece'in ardından soneleri okumak, ikinci sınıf bir şairin acemice denemelerinden sonra, birdenbire büyük bir şairin olgunluk çağında verdiği şiirlere geçmek gibi bir şeydir. Sonelerin tam hangi tarihte yazıldığını bilmiyoruz. Birçok eleştirmene göre, Shakespeare bu 154 soneyi, öteki iki uzun şiiriyle hemen hemen aynı sıralarda, yani 1593'le 1596 yılları arasında; sone türünün en çok rağbet gördüğü yıllarda yazmıştı. Leslie Hotson'un, bize pek akla yakın görünmeyen bir savma göre, bunların çoğu daha erken bir tarihte yazılmıştı.13 Kesinlikle bildiğimiz bir şey varsa o da şudur ki, 1598'de bu sonelerin beredeyse tümü yazılmış ve çağın edebiyat meraklılarının ilgisini çekmişti. Çünkü o yıl Shakespeare'i öven ve onun altı tragedyasıyla altı komedyasının adlarını ve ren Francis Meres, bu şairin "şekerli sonelerinden" ("sugared sonnets") söz eder. Daha sonra göreceğimiz gibi, yoğun tutkular, derin acılar, korkunç huzursuzluklar ve kuşkularla dolup taşan bu şiirler için "şekerli" deyimini kullanmak ayrıca yersiz ve gülünçtür.

Soneleri 1609'da Thomas Thorpe adlı bir matbaacı yayımladı. Bu baskı "pirated"dı; yani "korsan" denilen kimi matbaacılar, Shakespeare'in iznini almadan, sonelerin elyazmasını başkalarının yardımıyla bulmuşlar ve gizlice basmışlardı. Gelgelelim şairin bu duruma karşı çıktığını gösteren hiçbir kanıt da yoktur elimizde. Sonelerin ikinci baskısı ancak 1640'ta, yani şairin ölümünden 24 yıl sonra yapıldığı için bunların ilk iki şiir kadar rağbet görmediğini sanıyoruz.

Sonelerin başında gizemli bir sunu yazısı vardır:

To the only begetter of these insuing sonnets Mr. W. H. all happiness And that eternity Promised By T. T.

 

10      Sidney Lee, A Life of William Shakespeare, London, Smith and Elder, 1989, s. 184.

11      M. C. Bradbrook, Shakespeare and Elizabethan Poetry, London, Chatto and Windus, 1951, s. 34.

12      G. Wilson Knight, The Mutual Flame, London, Methuen, 1955, s. 48.

13      Leslie Hotson, Shakespeare’s Sorınets Dated and Other Essays, London, Rupert HartDavis, 1950, s. 41.

Oldukça karışık bir biçimde sıralanan bu sözcüklerden şöyle bir anlam çıkar. "T. T. (yani matbaacı Thomas Thorpe) işe başlamadan önce, bu soneleri esinleyen tek insan olan Mr. W. H’e her zaman yaşayacak şairimiz (yani Shakespeare) tarafından vaat edilen mutluluğu ve ölümsüzlüğü diler." Birazdan göreceğimiz gibi, bu sözler ve Mr. W. H’in kimliği sorunu, bir mürekkep selinin binlerce sayfanın üstüne akmasına ve bazıları son derece saçma ve mantıksız varsayımların ortaya atılmasına neden olmuştur. O kadar ki, Janet G. Scot haklı olarak, eleştirmenlerin sonelerden çok, bu sunu yazısını yorumlamak için uğraştıklarını söyler.[1] Thorpe'un bu şiirleri yazıldıkları sıraya göre basmadığı besbellidir. Yani şairin 1596'da ya da daha sonraları yazdığı bir sone, derlemenin başında, ilk yazdığı sonelerden biri de derlemenin sonlarında olabilir. Sonelerin yeni baskılarını hazırlayanlardan bazıları, Thorpe'un izlediği sırayı beğenmeyerek, soneleri yeni yeni biçimlerde düzenlemişlerdir. Ama genellikle izlenen, bizim de artık benimsediğimiz sıra Thorpe'unkidir.

Bu 153 soneyi iki bölüme ayırabiliriz: İlk 126 soneyi oluşturan birinci bölüm ve son 27 soneyi oluşturan ikinci bölüm. Şair 126 söneli ilk bölümde bir delikanlıdan, 27 söneli ikinci bölümde de bir kadından söz eder. Bölünme noktası olan 126'ncı sone biçim açısından bir değişiklik gösterir ve aslında bir sone değil, Fransızların "douzain" dedikleri on iki dizelik bir şiirdir. Ne var ki, bu iki bölümün şiirleri birbirine karışmış olabilir. Bize kalırsa, birinci bölümde kadına söylenen birçok sone vardır. Örneğin, 57'nci ve 61'inci sonelerde, ikinci bölümdeki aşk şiirlerinin havasını buluruz. Zaten her iki bölümde de hiç kimseye yönelmeyen, yaşam, ölüm, keder, zaman vb genel konuları ele alan birçok şiir vardır.

Sonelerin asıl konusu aşktır. Birbiriyle hiçbir ilgisi olmayan, birbirinden bambaşka iki tür aşk anlatılır burada: Şairin delikanlıya duyduğu, saygı ve hayranlıkla karışık derin sevgi ve kadına duyduğu şehvet ve nefretle karışık yoğun tutku.

Delikanlıdan söz eden birinci bölümün ilk 17 sonesi, bir tek uzun şiiri, daha doğrusu aynı tema çevresinde ustalıkla işlenmiş çeşitlemeleri andırır. Gerçekte bu 17 sonede Shakespeare aynı şeyi söyler, aynı öğüdü verir: Zamanın acımasız yıkıntısı yüzünden delikanlı günün birinde güzelliğini yitirecektir; bu eşsiz güzellikten bir iz kalabilmesi için evlenmesi, çocuğu olması gerekir:

Bir benzerini yap, benim hatırım için,

Güzellik seninkilerde ya da sende hep yaşasın.

Make thee another self, for love of me,

That beauty stili may live in thine or thee. (10)

... Sevgilim, biliyorsun

Senin bir baban vardı; oğlun da bunu diyebilsin.

... Dear my love, you know You had a father; let your son say so. (13)

Shakespeare arkadaşına bu düşünceyi sürekli aşılarken, evliliği övmez; bir kadını sevmenin, onunla birlikte yaşamanın mutluluğundan da söz etmez. Delikanlının güzelliğinin başka bir gençte yaşamasını diler sadece. Ne var ki, şair, bu umudunu yitirir zamanla. Delikanlının olanca güzelliğiyle kendi şiirlerinde hiç ölmeden yaşayacağı düşüncesiyle avunur artık. 18'inci ve 19'uncu soneler şu dizelerle biter:

İnsanlar yaşadıkça, gözler görebildikçe,

Bu da yaşayacak; ve bu, can verecek sana.

So long as man can breathe, or eyes can see,

So long lives this, and this gives life to thee. (18)

Gene de elinden geleni yap, koca zaman. Kötülüğüne karşın,

Sevgilim sonsuza dek şiirimde genç kalacak.

Yet do thy worst, old time. Despite thy wrong,

My love shall in my verse ever live young. (19)

20'nci sone, delikanlıya duyduğu sevginin niteliğini anlamak açısından çok ilginç ve önemlidir. O kadar ki, Sir Denys Bray, sonelere yeni bir düzen verirken, bu şiiri derlemenin en başına koymayı uygun bulmuştur. Bu sonede şairin "aşkımın hem erkeği, hem kadını" ("The master mistress of my passion") dediği delikanlıda, bir kadının yüzü ve bir kadının yumuşak yüreği vardır. Üstelik kadınlardan farklı olarak, onun yüzü boyalardan değil, doğanın kendi elinden almıştır rengini. Genç adamın yüreği, kadınlarınki gibi vefasız değildir. Doğa bu delikanlıyı önce kadın yaratmak niyetindeydi. Ama dişi olan doğa, kendi yarattığına kendi tutuldu; onu son dakikada erkek yaparak, şairin cinsel isteklerini yok etti. Böylece Shakespeare, kadınlara haz vermek için yaratılan bu gençte aşkın cinsel yanını aramaz, ondan sevgi ister sadece:

Doğanın kendi eliyle boyadığı bir kadın yüzü

Seninkisi, aşkımın hem erkeği hem kadını.

Bir kadının sevecen yüreği var sende;

Ama hain kadınların dönekliğini bilmez seninkisi.

Kadının gözünden parlaktır gözün; ama sahte sahte süzülmez;

Her baktığına yaldız sürer sanki.

Tenin bir erkek teni, tüm tenlere egemen;

Erkeklerin gözünü çeker, kadınların ruhunu şaşırtır.

Ve sen ilkin kadın olarak yaratıldın;

Ne var ki, doğa seni yoğururken vuruldu sana.

Beni senden yoksun bırakmak için,

İşime yaramayan bir şey ekledi bedenine.

Ama madem ki doğa seni kadınlara haz vermek için seçti,

Aşkın benim olsun, aşkının kullanışı da kadınların hazinesi.

A woman's face with nature's own hand painted

Hast thou, the mastermistress of my passion;

A woman's gentle heart, but not acquainted

With shifting change as is falce women's fashion:

An eye more bright than theirs, less false in Rolling,

Cilding the object whereupon it gazeth;

A man in hue all hues in his controlling,

Which steals men s eyes and women's souls amazeth.

And for a woman wert thou first created;

Till nature, as s he wrought thee,fell adoting,

And by addition me of thee defeated By adding one thing to my purpose nothing.

But since she prick'd15 thee out for women's pleasure,

Mine be thy love, and thy love's use their treasure. (20)

15      Buradaki "prick" fiilinin iki anlamı olması ayrıca ilginçtir: "To prick" hem seçmek, hem de erkeklik organı vermek anlamına gelir.

Bu sone ve Shakespeare'in aynı konuyu işleyen birçok başka sonesi, çözümlenmesi oldukça çapraşık bir soruna değinmektedir: Şairin bu delikanlıya sevgisi öyle derin ve öyle coşkundur ki, bu tür bir sevgi uyandıranın, erkek değil de kadın olduğu sanılabilir. Bir erkeğin başka bir erkeğe böylesine aşırı bir sevgi beslemesi, kimini tedirgin edebilir, fazla garip ve karmaşık bir duygu görünebilir. Bu nedenden ötürü soneler, yadsınmaz güzelliklerine karşın, bir hayli olumsuz yargılanmıştır. George Steevens, Shakespeare'in tüm yapıtlarının 1793 baskısında sonelere yer vermez. Hatta Parlamento'dan İngilizleri bu şiirleri okumaya zorlayan bir yasa çıksa bile, bu şiirleri gene hiç kimsenin okumayacağını söyler. Hazlitt, Shakespeare'in yüceliğini tam anlamıyla kavrayan ilk eleştirmenlerden biri olduğu halde, sonelerin karşısında sözünü ettiğimiz tedirginliği duyar; bunlar için ne diyebileceğini bilemediğini, şiirlerin çoğunun eşsiz güzellikte olmasına karşın, işlenen temaların epeyce çapraşık ve kuşkulu olduğunu ileri sürer. Hallam daha da ileri giderek, sonelerin hiç yazılmamasının, Shakespeare'in ünü açısından daha hayırlı olacağını söylemek gafletine düşer. Wyndham Lewis, Shakespeare'de aşkın, kadınlardan fazla erkeklere yöneldiğine inanır.

Ne var ki, bu tür görüşler yersizdir bize kalırsa. Çünkü 20'nci sone dikkatle okununca, delikanlıya duyduğu sevginin tümüyle ideal ve platonik, cinsellikten bütünüyle arınmış olduğu açık seçik anlaşılır. Hatta A. L. Rowse'un da belirttiği gibi, Shakespeare kendinden çok genç olan bu delikanlıyla, oğluna çok düşkün bir babanın ağırbaşlı tonuyla konuşur çoğu zaman.[2] Şunu da unutmamalı ki, Rönesans döneminde iki erkek arasında böyle duygulu ve coşkun bağlar, şimdi olduğundan daha doğal sayılırdı. Elizabeth çağı İngilizcesinde "lover", yani "sevgili" sözcüğünün "arkadaş" anlamında kullanılması bu bakımdan ilginçtir. Örneğin, Julius Caesar'da Brutus, Roma halkına söylev verirken, "Romalılar, yurttaşlar, sevgililer" ("Romans, countrymen, lovers") diye söze başlar. Kendini Caesar'ın "en yakın arkadaşı" saydığını söylemek isterken de "my best lover" deyimini kullanır. Elizabeth çağı sonelerinde İtalyan etkisini araştıran Janet G. Scot,

Rönesans'ta şairlerin, bir kadına duydukları aşkı nasıl belirtiyorlarsa, bir erkeğe duydukları sevgiyi de aynı sözcüklerle belirttiklerini ve iki erkeği birbirine bağlayan sevgide cinsel bir yan bulunmadığından, bu sevginin daha da soylu sayıldığını söyler.[3]

Bize kalırsa, bu şiirlerin en özgün ve en güzelleri, bir kadın için yazılan son 27 sone arasında bulunur. Bunlarda, delikanlıya gösterilen sevgiden bambaşka, yoğun bir duyguyla karşılaşırız. Bu duygu platonik olmaktan çok uzaktır. Kuşkular, kıskançlıklar ve huzursuzluklarla için için kaynayan, cinsel istek üzerine kurulu, yırtıcı bir tutkudur bu. Şair bu aşka düşeli beri şehvetin tutsağı olmuştur. Şehvet ise, onun gözünde, elde edilir edilmez insanı tiksindiren iğrenç bir şeydir:

Utanç kıraçlarında ruhim harcanmasıdır

Şehvetin eyleme geçişi; ve şehvet, eyleme geçinceye dek,

Yalan söyler, öldürür, kana susar, rezildir,

Yabanıldır, aşırıdır, kabadır, haindir, güvenilmez ona.

Aklın alamayacağı kadar kovalar istediğini; elde eder etmez de,

Aklın alamayacağı kadar nefret eder ondan.

Tüm dünya çok iyi bilir bunu; ama hiç kimse

Bu cehenneme sürükleyen cennetten sakınmasını bilmez.

The expense of spırit in a waste of shamc

Is lust action; an till action, lust Is perjured, murderous, bloody, full of blame,

Savage, extreme, rude, cruel, not to trust.

Past reason hunted; and no sooner had,

Past reason hated.

Ali this the zoorld well knows; yet none knows weli To shun the heaven that leads men to this hell. (129)

Shakespeare'in çok daha sonraları yazdığı bazı oyunlarda, özellikle Measure for Measure, King Lear ve Timon of Athens'de, cinsel tutkulara karşı yoğun bir tiksinti görürüz. Middleton Murry'nin belirttiği gibi, belki de bu tiksinti, sonelerde kötülüğünü açıkladığı cinsel isteklere bir ara fazlasıyla kapılmasından ileri gelir.[4]

Şairin tutulduğu kadın koyu esmer olduğu için, eleştirmenler ona "the Dark Lady of the Sorınets" (Sonelerin Esmer Kadını) adını verirler. Shakespeare sevgilisinin esmerliğini her fırsatta vurgular: "Kötü renkli bir kadındır" ("a vvoman coloured ili"); "cehennem kadar kara, gece kadar karanlıktır" ("as black as hell, as dark as night"); saçları kara teller gibidir ("black wires grow on her head"); kaşları bir kuzgunun kanatları kadar karadır ("my mistress' brows are raven black"); gözleri yas tutarcasına karadır...

Gözlerini seviyorum; ve gözlerin bildikleri için,

Hor gören yüreğinle bana ettiğin eziyeti,

Karalara bürünürler; sevgiyle yas tutanlar gibi,

Güzel güzel acıyarak seyrederler çektiklerimi:

Thine eyes I love, and they, as pitying me,

Knowing thy heart torments me with disdain,

Have put on black, and loving mourners be,

Looking with pretty ruth upon my pain. (132)

Başkaları bu kadım güzel bulmaz. Onun güzel olmadığını şair de bilir. Ama gene de yalan yere yemin ederek, sevgilisinin güzel olduğunu söyler:

Çünkü güzel olduğuna yemin ettim; çok yalancıymışım Gerçeğin karşısında böylesine yalan yere yemin ettiğim için.

For I have sworn thee fair; more perjured I,

To swear against the truth so foul a He. (152)

Ya aşkla büyülenen gözleri gerçeği göremiyordur ya da soğukkanlı düşünemiyordur artık:

Vah bana! Aşk öyle gözler koymuş ki kafama,

Gerçekle ilişkisi yok gördüklerimin.

Eğer varsa, nereye uçup gitti aklım?

O me! What eyes hath love put in my head,

Which have no correspondence with true sight;

Of if they have; rvhere is my judgement fled? (148)

Tutulduğu kadında binbir kusur vardır, ama gözleriyle hor gördüğüne yüreğiyle tapmaktadır:

Yemin ederim, gözlerimle sevmiyorum seni;

Çünkü onlar bin kusur görüyor sende.

Ama gözlerimin hor gördüğünü yüreğim sevmekte.

In faith, I do not love thee with mine eyes,

For they in thee a thousand errors note.

But 'tis my heart that loves what they despise. (141)

Shakespeare 130'uncu sonesinde, sevgilisinin güzel olmadığını hem açıkça söyler, hem de güzelleri anlatmak için kullanılan o basmakalıp ve klişeleşmiş benzetmelerle; güneş gibi ışıldayan gözlerle, mercan kırmızısı dudaklarla, kar gibi ak göğüslerle, sırma saçlarla, gül yanaklarla filan alay eder:

Sevgilimin gözleri hiç mi hiç güneşe benzemez.

Onun dudaklarından çok daha kırmızıdır mercan.

Eğer kar beyazsa, onun memeleri kül rengine çalan kahverengidir.

Eğer saç sırma telse, kara teller biter onun başında.

Güller gördüm, allı beyazlı;

Ama öyle güller görmüyorum onun yanaklarında.

Ve kimi kokular çok daha fazla haz verir,

Sevgilimin soluğundan çıkan kokudan.

O konuşurken dinlemesini severim; ama müziğin

Çok daha hoş olduğunu da çok iyi bilirim.

Bir tanrıçanın gelişini görmedim hiç;

Sevgilim yürürken yere basar.

Ama gene de

Tanrı adına yemin ederim ki, bu sahte benzetmeleri,

Yalancı çıkaran sevgilimin, bence yoktur bir eşi.

My mistress' eyes are nothing like the sun;

Coral is far more red than her lips' red.

If snow be white, why then her breasts are sun;

If hairs be wires, black wires grow on her head.

I have see roses damask'd, red and white,

But no such roses see I in her cheeks;

And in some perfumes is there more delight

Then in the breath that from my mistress reeks.

I love to hear her speak, yet well

I know That music hath a far more pleasing sound:

I grant I never saıv a goddess go,

My mistress when she walks, treads on the ground;

And yet by heaven,

I think my love as rare as any she belied with false compare. (130)

Bu çirkin esmer kadının yalnız dış görünüşü değil, içi de kusurla doludur. Kibirli, zalim, vefasız, aşüfte ve yalancıdır; ama şair bunları bildiği halde, ona gene de inanır:

Sevgilim tepeden tırnağa doğru olduğunu söyleyince.

Yalan söylediğini bilirim ama, gene de ona inanırım.

When my love swears that she is made of truth I do believe her, though l know she lies. (138)

Şairi sevmekle, bir başkasını belki de kocasını aldattığı gibi, şimdiki aşığını da her an aldatmaya hazır olduğu için, şairin ona gösterdiği dürüstlük ve bağlılık hep boşunadır.

Bu kadın kötülüğün bir simgesi gibidir şairin dünyasında;

onun "dişi kötülüğüdür" ("my female evil"); onun "kötü meleğidir" ("my bad angel"). Ama şair bu kadına duyduğu azgın tutkunun önüne geçemez. Bu aşk iyileşmek istemeyen bir hastalığa benzer ve şairi deliye çeviren bu hastalıktan kurtulmanın yolu yoktur:

Aşkım ateşli bir hastalık gibi,

İlleti uzatacak şeyleri istiyor hep.

My love is as a fever, longing stili

For that which longer murseth the disease.

Gittikçe huzursuzluk içinde, delidivane,

Düşüncelerimle sözlerim bir çılgınınki gibi.

And frantic mad with evermore unrest

My thoughts and my discourse as madness are. (147)

Şair isyan içindedir. Onu büyüleyen, gerçeği olduğu gibi görmesini engelleyen bu gizemli güç, o çirkin kadına nereden gelmiştir? Onun en kötü yanları, başkalarının en iyi yanlarından niçin daha hoş görünür? Şair soru üstüne soru sorar:

Nasıl olur da çirkin şeyler sana böyle yakışır?

Kim sana öğretti seni daha da çok sevmemi,

Senden nefret etmek için haklı nedenler duyup gördükçe?

Whence hast thou this becoming of things well?

Who taught thee how to make me love thee more,

The more I hear and see just cause of hate? (150)

Ne ilginçtir ki, aynı özellik Cleopatra'da da görülür. Enobarbus, en kötü şeylerin Mısır kraliçesine yakıştığını, tüm kusurlarını kusursuzluk haline soktuğunu söyler. Zaten Shakespeare'in kadınları arasında, sonelerdeki esmer kadına benzeyen tek kişi Cleopatra'dır.

Aşığına işkence eden böyle bir kadını sevmenin verdiği dayanılmaz acı sanki yetmezmiş gibi, şair huzursuzluğunu ve mutsuzluğunu bir kat daha artıran bir durumla karşılaşır: Tutkun olduğu esmer kadın, candan bir hayranlıkla sevdiği sarışın delikanlıyı baştan çıkarır. Böylece, Saintsbury'nin "a rather unholy triangle" diye tanımladığı acayip bir üçlü ilişki meydana gelir. Şimdi şair, birbirinden tümüyle farklı aşklarla sevdiği bu iki insanın ikisinden de yoksun kalır. Artık arkadaşı hem yaralıdır, hem de şairden uzaklaşmıştır:

Dostuma ve bam verdiği derin yarayla

Yüreğimi inleten o yüreğe lanet olsun!

Yalnız bana işkence etmen yetmez miydi?

Tatlılar tatlısı dostum da köleliğe köle mi olacaktı?

Onu yitirdim; sen onu da ele geçirdin beni de.

Beshreıv that heart that makes my heart to groan For that deep wound it gives myfriend and me! Is it not enough to torture me alone But slave to slavery my sweetest friend must be?

Him have I lost; thou hast both him and me. (133)

Şair kimi kimden kıskanacağını bilemez bir hale düşmüştür artık. Ama 42'nci soneden anlaşıldığı gibi, arkadaşını yitirmenin acısı, kadını yitirmenin acısından da daha ağır basar belki. Delikanlıyı hoş görebilmek için, onun sadece arkadaşının duygularını paylaşabilmek amacıyla bu kadına tutulduğuna; esmer kadını hoş görebilmek için de, kendisiyle arkadaşı bir tek kişi olduğuna göre, kadının aslında yalnızca kendisini sevdiğine inanmak ister.

144'üncü sone, bu iki kişiyle ilişkilerini en iyi anlatan şiirlerden biridir:

İki aşkım var benim; biri avutur, biri acı çektirir;

Bunlar iki ruh gibi hep esinler beni.

İyi meleğim sapsarışın bir erkektir;

Fena meleğim, kötü renkli bir kadın.

Beni bir an önce cehennemlik etmek için, dişi kötülüğüm,

İyi meleğimi baştan çıkarıp yanımdan ayırıyor;

Benim ermişimin bir şeytana dönüşmesini istiyor.

Two loves I have of comfort and despair,

Which like two spirits do suggest me stili:

The better angel is a man right fair,

The worser spirit a woman colour'd ili.

To win me soon to hell, my female evil

Tempteth my better angel from my side,

And would corrupt my saint to be a devil. (144)

Sevdiği sarışın erkekle esmer kadın arasında parçalanması, şaire acı çektirdiği gibi, çevresi de onu her zaman hırpalamakta, yaşantısının koşullan onu üzmektedir. Böylece sonelerin havası son derece kötümserdir. Şair her fırsatta karamsarlığını ve umutsuzluğunu açığa vurur. İşte bu yüzden Shakespeare'in çağdaşlarından Francis Meres'in, bu buruk şiirlerden söz ederken "şekerli soneler" ("sugared sorınets") demesine şaşmamak elimizde değil. Örneğin, bu "şekerli" sonelerin 29'uncusunda, şair hem talihin, hem de insanların gözünden düştüğünü; tek başına ağladığını; hiçbir işe yaramayan çığlıklarının "sağır gökyüzüne" ("deaf heaven") yükseldiğini; alınyazısına lanet ederek, çevresindekileri kıskandığını; kiminin umutlarına, kiminin dış görünüşüne, kiminin ahbaplarına, kiminin sanatına imrendiğini ve bu düşünceleri yüzünden kendini hor görürken tek avuntusunun sarışın delikanlının dostluğu olduğunu anlatır. Ne var ki, tüm acılarını unutturan bu dostluğun süreceğine de güveni yoktur. Esmer kadın dışında, şairle arkadaşı arasında birçok engel vardır. Genç adam, şairden çok üstün sayılan soylu bir kişidir. 36'ncı sonede Shakespeare, dostlukları açığa çıkarsa, delikanlının lekeleneceğinden korkar. Hatta zaman zaman ondan ayrılıyormuş gibi şiirler yazar. 87'nci sonesini, fazla değerli olduğu için sahip çıkamayacağı bu delikanlıya veda etmekle başlar ve dostluklarının bir düşten başka bir şey olmadığı düşüncesiyle bitirir. Yaşamında her şeyin ayrıca kötü gittiği bir bunalım anını anlatan ve en güzel şiirlerinden biri olan 90'ıncı sonede, delikanlıya bir tür meydan okur: Kaderin olanca kötülüğünü aynı anda tadabilmek için, günün birinde kendisini bırakmak niyetindeyse, şimdi hemen, en mutsuz olduğu sırada bırakmasını ister.

Shakespeare yalnız özel yaşamından değil, sanatından da hoşnut değildir. 76'ncı sonesinde, bu çok büyük olan şair şiirlerinin kısır ve tekdüze oluşundan, değişik yöntemler deneyemediğinden, eski sözcükleri yeni kılıklara sokmaktan ve harcanmış olanı yeniden harcamaktan başka bir iş yapamayışından acı acı yakınır; şiirleriyle aynı delikanlıyı öven, kendine rakip saydığı başka bir şairin yanında çok değersiz kaldığını alçakgönüllülükle açıklar. 80'inci sonesinde, kim olduğunu bilmediğimiz bu şairi okudukça, susmaktan başka çaresi kalmadığını söyler. 86'ncı sonede de, gene bu rakip şairin üstünlüğünden ve onun karşısında tam anlamıyla ezildiğinden söz eder.

Tiyatro yaşantısından sürekli yakınıp bir türlü ayrılamayan çoğu sahne sanatçıları gibi, Shakespeare de mesleğinden hiç hoşnut görünmez, lll'inci sonesinde, halkı eğlendirerek ekmek parasını kazanmak zorunda kaldığı için adının lekelendiğini, kişiliğini yitirdiğini ve talihine bu yüzden küskün olduğunu söyler. Bundan bir önceki sonesinde ise, mesleğini düşünerek, kendini kıyasıya suçlar:

Ah, ne yazık ki doğru; şuraya buraya gittim,

Bir soytarı gibi gözler önüne serdim kendimi;

Öz düşüncelerimi yaraladım, en değerli olanı ucuza sattım.

Alas 'tis true, l have göne here and there,

And made myself a motley to the viezv,

Gored mine own thoughts, sold cheap what is most dear. (110)

Şairin duyduğu acıyı bir kat daha artıran bir neden de, zamanın sessiz sedasız, ama her şeyi ezerek, her şeyi yok ederek hızla akışıdır. Zamanın bu korkunç yıkıntısı, birçok sonenin başlıca konusudur: Zaman, her şeyi harcar; gelişen her şey, ancak kısa bir süre için kusursuz kalır (15); zaman, yaşamı hızla mahveder (100); zaman kana susamış bir zorbadır (16); zaman, her şeyi kemirir (19); zaman, çevresine çirkef saçan bir orospudur (55); dalgalar sahile çarparcasına, yaşadığımız dakikalar hızla son bulur (60)zamanın zalim eli, ezer ve yıpratır (63); hiç durup dinlenmeyen zaman, yaz mevsimini korkunç bir kışa çevirir (5); zaman, bir hırsız gibi, sonsuzluğa doğru usulcacık ilerler (94); yıkıcı zamanın bıçağı, acıma nedir bilmez (115); zaman, yalçın kayaları, çelikten kapıları bile çürütür, güzelliği yıkmasına hiç kimse engel olamaz (65); hiçbir güç, zamanın orağıyla biçilmekten koruyamaz bizi (112) vb...

Sonelerde zaman, neredeyse bir saplantı halini almıştır. O kadar ki, Mark Van Doren, bu şiirlerin asıl konusunun zamanın acımasızlığı ve yıkıcılığı olduğunu söyler.[5] G. Wilson Knight da Shakespeare'in sonelerini, Şiirin yardımıyla zamana karşı açılmış bir savaş sayar.[6]

Sonelerin çoğu 1598 yılından, yani Shakespeare 34 yaşma basmadan önce yazıldığı halde, şair yaşlılıktan acı acı yakınır. Aynada kendini seyredince, yüzünün yıprandığını ve bozulduğunu görür (62). Zamanın hain eli, onu ezmiş ve yıkmıştır (63). Şair artık ömrünün gözüne, tek tük sarı yaprakların soğukta titreyen dallara asılı kaldığı bir döneme girmiştir (73). Zamanın yıkıntısı, yaşlanma kaygısı, şairi öyle yıldırmıştır ki, her şeyden fazla güzelliği ve gençliği için sevdiği delikanlının da yaşlanacağından korkar. Birçok sonede (19,77,100,104,126) bunu açıkça görürüz. İlk sonelerde de, daha önce söylediğimiz gibi, arkadaşının güzelliğinin çocuğunda yaşayabilmesi için onun evlenmesini ister.

Sürekli bir sıkıntı ve karamsarlık içinde olan şair canından bezmiş, ölümü özlemektedir. "Tüm bunlardan bıktım; huzurlu ölümü çağırıyorum" ("tired with all these, for restful death I cry") dizesiyle başlayan 66'ncı sone, bize neredeyse Hamlet'in ruhsal durumunu anımsatır. Bu şiirde Shakespeare kendi benliğiyle ilgili dertleri artık bir yana bırakmıştır. Dünyanın tüm düzeninin bozuk olduğuna inanır. Bu dünyada dürüstler hainliğe kurban gidiyor, onurlandırılmaya layık olmayanlara onur bağışlanıyor, erdemlilerin namusuna leke sürülüyor, kusursuz olanlar gözden düşürülüyor, sakatlar güçlüleri baltalıyor, hükümetin baskısı yüzünden sanat susmak zorunda kalıyor, doğrudan yana olanlar aptal sanılıyor, tutsak düşen iyilik, saltanat süren kötülüğün kölesi oluyordur.

İşte şair ölerek bunlardan kurtulmak ister. Bu ölüm özlemini, birçok sonede görmekteyiz. 71'inci sonede kendi ölünce, delikanlının yas tutmamasını ister:

Ben öldükten sonra yasımı tutma sakın.

O zaman duyacaksın; kasvetli somurtkan bir çan çalacak,

Herkese haber verecek bu aşağılık dünyadan kaçtığımı,

Daha da aşağılık solucanlarla yaşamak üzere.

No longer mourn for me when I am dead.

Then you shall hear the surly sullen beli

Give warning to the world that I am fled

From this vile world with vilest worms to dwell. (71)

Bu şiirleri okurken, çok ilgi çekici, sonsuz tartışmalara yol açan, ama çözümlenmesinin yolu olmayan bir sorunla karşılaşırız: Shakespeare'in soneleri kendi öz yaşamını mı yansıtır? Shakespeare bunları yazarken, doğrudan doğruya kendi özel yaşantısından mı esinlenmiştir? “Ben" dediği tek yazısı olan bu şiirler, gizli kalan kişiliğini ve duygularını öğrenmek açısından işimize yarayabilir mi? Birçokları bu şiirleri, Shakespeare gizinin şifresini çözen bir anahtar olarak kullandıkları için, soneler türlü türlü yorumlara uğramış, didik didik edilmiş, fena halde hırpalanmıştır. Bu yorumların çoğu, akim alamayacağı kadar mantıksızdır. Chambers, Shakespeare üzerine en saçma ve en delice yazıların, sonelerle ilgili olarak yazıldığını söylemekte haklıdır.[7] Goddard da, sonelerin üstünden bir mürekkep seli geçtiği için bunların neredeyse gözle seçilemez hale geldiklerinden yakınır.[8] Yalnız uzman geçinen eleştirmenler değil, Shakespeare incelemeleriyle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan yazarlar da sonelerle uğraşmışlardır. Bu arada romancı Sarnuel Butler Shakespeare's Sonnets Reconsidered'i (Shakespeare'in Sonelerinin Yeniden Göz önüne Alınması), Oscar Wilde'ın dostu Lord Alfred Douglas The True History of Shakespeare's Sonnets'i (Shakespeare'in Sonelerinin Gerçek Öyküsü) ve Oscar Wilde da, birazdan sözünü edeceğimiz The Portrait of Mr. W. H.'i (Mr. W.H.'in Portresi) yazdılar. Bunlardan başka daha birçokları, edebiyat alanında polis hafiyeliği yapmak sevdasına düşerek, A. L. Rowse'un deyimiyle, İngiliz edebiyat tarihinin en büyük bilmecesi[9] saydıkları bu soneleri çözmeye ve böylece Shakespeare'in özel yaşantısını açıklamaya kalktılar. Bu bilmece çözme merakı öylesine yaygındır ki, sonelerin her şeyden önce eşsiz güzellikte şiirler olduğu neredeyse unutulmuştur. Bunun sonucu olarak, soneler üzerine bir yığın kitap yazılmış; ama bu kitaplarda soneler şiir olarak değil, Shakespeare'in özyaşamıyla ilgili belgeler olarak incelenmiştir sadece.

Sonelerle ilgili birbirini tutmayan çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Kimine göre bunlar tümüyle Shakespeare'in özyaşamından kaynaklanır; kimine göre de tümüyle hayal ürünüdür. Biri çıkmış, sonelerin büyük bir alegori olduğunu ileri sürmüştür: Mr. W. H., Shakespeare'in kendini temsil ediyormuş, yani "Mr. William Himself" anlamındaymış. Esmer kadın şairin esin perisiymiş. Platonik bir aşkla sevdiği sarışın delikanlı da ideal erkekliğin bir simgesiymiş. Başka biri çıkmış, Shakespeare'in bu şiirlerde Katolikliğe karşı Protestanlığı savunduğunu söylemiştir: İki aşkından söz ettiği 144'üncü sonedeki kötü ruh, yani esmer kadın, Katolik Kilisesini; iyi ruh, yani sarışın delikanlı, Protestanlığı simgeliyormuş. Kimine göre de, Shakespeare burada kendi adına konuşmamış; bu soneleri Earl of Southampton adına Elizabeth Vernon için; ya da Earl of Pembroke adına Lady Rich için; ya da bir kadın adına bir erkek için yazmıştır.

Edebiyat meraklısı olan ve polis hafiyeliğine özenen bu adamların çözümlemeye çalıştıkları başlıca sorun, Mr. W. H. ile esmer kadının kimlikleridir. Bu arada, Saintsbury'nin dediği gibi, bu iki kişi, Kraliçe Elizabeth'in sarayına bağlı erkeklerle kadınların en azından yarısıyla özdeşleştirilmiştir. Rakip şairin kim olduğu da bir hayli merak uyandırmıştır.

Genellikle kabul edildiğine göre, Mr. W. H., Shakespeare'e sonelerin çoğunu esinleyen sarışın delikanlıdır; bu delikanlı Shakespeare'i koruyan kişidir. Thomas Thorpe bastığı soneleri bu yüzden Mr. W. H.'e sunmuş, ona "her zaman yaşayacak olan şairimiz tarafından vaat edilen mutluluk ve ölümsüzlüğü" dilemiştir. Gene çoğu eleştirmene göre, Shakespeare'i koruyan soylu genç, ya Henry Wriothesley, yani Earl of Southampton ya da YVilliam Herbert, yani Earl of Pembroke'dur. Earl of Pembroke'un adının W ve soyadının H harfleriyle; Earl ve Southampton'un da adının H ve soyasının W harfleriyle başlaması, bu görüşü destekler. Böylece bu işle uğraşanlar, ya Pembroke'cu ya da Southampton'cu olarak ikiye bölünürler.

Earl of Pembroke ancak 1580'de doğduğu ve soneler yazıldığı sırada daha pek küçük olduğu için, çoğu uzman Earl of Southampton'u tutar. 1573'le 1624 arasında yaşayan bu aristokrat, Elizabeth çağının en yakışıklı ve en iyi yetişmiş gençlerinden biriydi. Şiir ve tiyatroya karşı büyük bir ilgi duyduğu için şairleri ve tiyatro yazarlarını korurdu. Evlenme çağma gelince, Lord Burleigh ona kendi torununu vermek istediği halde, Henry Wriothesley evlenmeye yanaşmadı. Shakespeare'in ilk on yedi sonesinde, evlenmesi için delikanlıya yalvarması aklımıza gelir bunu öğrenince. Daha sonraları, kraliçenin nedimelerinden Elizabeth Vernon ile sevişti. Genç kız hamile kalınca, gizlice evlendiler. Kendinden izin almadan evlenenlere fena halde kızan kraliçe, genç çifti kısa bir süre hapsetti. Birçoklarına göre, sonelerin yakışıklı delikanlısı Earl of Southampton'dur. Ne var ki, bu adam 1623'te yaşadığı halde, o tarihte Birinci Folio'yu yayımlayanlar, kitabı ona değil de, şairi ömrü boyunca sevdiklerini ve koruduklarım ileri sürerek, Earl of Pembroke ile kardeşi Earl of Montgomery'ye sundular. Oysa Shakespeare kendisi, gerek Venüs and Adonis’i, gerekse The Rape ofLucrece'i Earl of Southampton'a sunmuştu.

Shakespeare'in özyaşamıyla uğraşanların çoğu bu iki soylu genç üstünde durduğu halde, Mr. W. H’in kimliğiyle ilgili daha birçok görüş ortaya atılmıştır. Bu arada hem bir ad (William'ın kısaltılmış biçimi), hem de Elizabeth çağı İngilizcesinde "cinsel istek" anlamına gelen "will" sözcüğü üstünde sonelerde ısrarla durulduğu için, bu şiirleri esinleyen delikanlının William Hughes adında bir müzisyen olduğunu savunan bir görüş ileri sürülmüş ve bu görüş, çürüklüğüne karşın, ilgiyle karşılanmıştır. Oscar Wilde da buna dayanarak bir öykü yazmıştır. Bu öyküde anlatılanlara göre, YVill ya da William Hughes bir müzisyen değil de, kadın rollerine çıkan genç bir oyuncudur. Elizabeth çağının tiyatroyla ilgili belgeleri arasında böyle bir oyuncu adına hiç rastlanmadığı için, Oscar Wilde'ın uydurduğu öyküyü anlatan Cyril Graham, bu gencin gerçek adının Will Hughes ya da Hevves olduğunu; ama oyunculuk mesleği hor görüldüğünden, başka bir adla sahneye çıktığı görüşünü savunur. Savının doğruluğuna herkesi inandırmak amacıyla da, Mr. W. H’in sahte bir portresini yaptırır. Elini Shakespeare'in soneler kitabının üstüne koymuş, son derece güzel bir delikanlıyı gösteren tablonun bir rastlantı sonucu eline geçtiğini söyler. Yalanı meydana çıkınca da kendini öldürür. Ama ölümüyle de, savının doğruluğunu kanıtladığını sanır. Derken Cyril Graham'ı tanımayan başka biri, aynı görüşü desteklemeye başlar. Ne var ki, tam başkalarını kandırmaya başladığı sırada, kendi savlarına kendi inanmaz olur; Will Hewes'un bir masaldan, boş bir hayalden başka bir şey olmadığını anlar. Böylece Oscar Wilde'ın da The Portrait of Mr. W. H.'de ortaya attığı varsayıma inanmadığı anlaşılır. Bu görüşünü bir makalede açıklamayıp, bir öyküde anlatmasının nedeni budur herhalde. Gelgelelim, gizemli Mr. W. H’in bir oyuncu olması birçoğuna akla yakın gelmiştir. Şair John Masefield, Oxford Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşmada, bu görüşü benimseyerek, Mr. W. H’in kadın rollerine değil de, çocuk rollerine çıkan bir oyuncu olduğunu ileri sürmüştür. James Joyce'un Ulysses'inde Mr. Best, Wilde'ın varsayımını sonelerle ilgili en parlak görüş sayar. Ve Julian Green'in aktardığına göre, Andre Gide, Wilde'ın öyküsündeki yorumu, sadece en akla yakın yorum bulmakla kalmaz, soneleri anlamak açısından tek çıkar yol bilirmiş.

Kimi eleştirmenler, bambaşka bir görüş ileri sürerler. Onlara göre, Shakespeare'i koruyan, Earl of Southampton da olabilir, Earl of Pembroke da. Gelgeldim Mr. W. H’in bu iki soylu kişiyle hiçbir ilgisi yoktur; çünkü o çağın İngilizcesinde "begetter" sözcüğü "esinleyen" anlamına gelebileceği gibi, "elde eden" anlamına da gelir. Böylece Thomas Thorpe bu soneleri, onları esinleyene değil, onları ele geçirip basılmalarını sağlayana sunmuştur. Bu görüşü savunanlara göre, Mr. W. H. soneleri toplayıp, onları arkadaşı Thomas Thorpe'a veren William Hail adlı bir matbaacıdır aslında. 1964'te sonelerin yeni bir baskısını yayımlayan A. L. Rowse ise, Mr. W. H’in, Earl of Southampton'un üvey babası Sir William Harvey olduğuna inanır.

Eleştirmenlerin "Sonelerin Esmer Kadını" adını taktıkları kişinin kimliği de birçok tartışmaya yol açmıştır. Kimine göre bu esmer kadın, Earl of Southampton'un evlendiği Elizabeth Vernon; kimine göre de Kraliçe Elizabeth'in başka bir nedimesi olan Mary Fitton'dur. Bu iki kadının Shakespeare ile uzaktan yakından herhangi bir ilişkisini gösteren hiçbir ipucu yoktur. Elizabeth Vernon, Earl of Southampton'un sevgilisi; Mary Fitton da Earl of Pembroke'un sevgilisi oldukları için, sonelerin esmer kadını sanılmışlardır. Shakespeare'in yaşamöyküsünü yazanlar en çok bu ikisi üstünde durdukları halde, saraya bağlı başka kadınların da adı ortaya atılmıştır. Hatta esmer kadının Kraliçe Elizabeth olduğunu söyleyecek kadar saçmalayanlar çıkmıştır. Kimine göre de bu kadının saray çevresiyle ilişkisi yoktu. Örneğin, G. B. Harrison, Shakespeare'in sevgilisinin, o çağın gençleri arasında nam salan hoppa bir kadın olduğuna inanır. Sözde bu kadın, bir ara Shakespeare ile düşüp kalktıktan sonra, onu bırakıp Earl of Southampton ile yaşamaya başlamış. Başkalarına göre, esmer kadın, Shakespeare'in nikah dışı oğlu geçinen William D'Avenant'ın annesidir. Daha başkalarına göre de, o sırada Londra'da bulunan bir melez ya da bir zencidir.

Gerçekte Mr. W. H.'inki gibi, esmer kadının kimliği de gizli kalacaktır, hatta delikanlının kimliğinden bile daha gizli kalacak, hiçbir zaman öğrenilmeyecektir Rowse'a göre.24 Gelgelelim şairle son derece garip, garip olduğu kadar da ilginç ilişkisi yüzünden bu esmer kadın okuyucularda büyük bir merak uyandırdığı için, bu gizi çözmek amacıyla ortaya daha birçok varsayım sürüleceğinden hiç kuşkumuz yoktur. Bernard Shaw gibi, her çeşit romantik duygusallığa karşı koymakla övünen bir insan bile, esmer kadının büyüsüne kapılıp, The Dark Lady of the Sonnets (Sonelerdeki Esmer Kadın) adlı bir perdelik bir oyun yazmıştır.

Rakip şairin kim olduğu, aynı ölçüde merak uyandırmamakla birlikte, gene de birçok görüşün ortaya atılmasına neden olmuştur. Rakip şairin Ben Jonson ya da John Dorıne olduğuna inananlar bile çıkmıştır. Eleştirmenlerin çoğu, Homeros'u İngilizceye çeviren George Chapman üstünde dururlar. Sidney Lee, Elizabeth çağının ikinci derece şairlerinden, Earl of Southampton'un koruduğu Barnabe Barnes'ı ileri sürer. Boaden'e göre, rakip şair Samuel Daniel'dir; Bodenst'e göre, Spencer'dır; Henry Brown'a göre, Sir John Davies'dir; Cartvvright, Edgar Fripp ve A. L. Rovvse'a göre de, rakip şair Christopher Marlowe'dan başka kimse olamaz; çünkü Shakespeare ancak Marlovve kadar büyük bir dahiyi bu denli övebilir, ancak onun karşısında bir aşağılık duygusuna kapılabilir.

Bütün bu araştırmaların, yani esmer kadın, sarışın delikanlı ve rakip şairin kim olduklarını anlamak için harcanan tüm bu çabaların hiçbir işe yaramayacağına da inananlar vardır. Çünkü onlara göre, Shakespeare sonelerini içtenlikle, yürekten yazmamıştır. Bu şiirleri özyaşamına bağlayamayız; bunların yardımıyla şairin özel yaşantısı üzerine hiçbir şey öğrenenleyiz. Böyle düşünenlerin başında gelen Sidney Lee'ye bakılacak olursa, Shakespeare'in bu şiirleri, o sıralarda salgın bir hastalık halini alan sone modasına uymak için yazılmıştır. Onun sonelerini, Elizabeth çağının öteki sonelerinden ayıran hiçbir yenilik, hiçbir özgünlük yoktur. Shakespeare sone yazan Rönesans şairlerini taklit etmekle yetinmiştir. Kullandığı imgeler birer kopyadan başka bir şey değildir.25 İnsan bu berbat eleştiri örneği karşısında, çok basit, ama basit olduğu kadar da akla yakın bir soru sormaktan kendini alamaz: Eğer Shakespeare, sone yazan öteki şairleri kopya etmekten daha ileri gidemediyse, nasıl oluyor da o çağın sonelerinden çoğu bugün hemen hiç okunmadığı, herkesçe unutulduğu halde, şiir meraklıları büyük bir heyecan ve hazla Shakespeare'in sonelerini hala okuyorlar? Bunu Shakespeare'in ünüyle de açıklayanlayız; çünkü Venüs and Adonis ile The Rape of hücrece de Shakespeare'in şiirleri olduğu halde, bugün hiç kimseler okumuyor bunları. Demek ki, Shakespeare bir dereceye kadar çağdaşlarının etkisinde kalmakla birlikte, sonelerine bambaşka bir güzellik verebilmiştir. Rönesans sonelerini inceleyenler, Shakespeare'in dar anlamda çağdaşlarını hiç de kopya etmediğine ve tüm soneleri aynı değerde olmasa bile, bu türün en üstün örneklerini verdiğine inanırlar. Örneğin, Janet G. Scot, Shakespeare'in 14. yüzyılın ünlü İtalyan şairi Francesco Petrarca'nın, her sone yazan gibi etkisinde kalmakla birlikte, özgünlüğünü gene de koruduğunu ve Rönesans'ın en güzel sonelerini yazdığım söyler.26 Oysa Sidney Lee'ye göre, Shakespeare'in bu şiirlerinde duygu ve düşünce açısından hiçbir yenilik yoktur. Derin bir hayranlıkla sevdiğini söylediği delikanlıya karşı sevgisinde hiçbir içtenlik yoktur aslında. Bu coşkun ve abartmalı aşk sözlerini, kendilerini koruyan kadın ve erkekleri öven tüm şairlerin dizelerinde aynen görürüz. Kimilerinin derin bir sevgi sandıkları bu duygu, gerçekte yüksek mevki sahibi bir delikanlının ilgisini çekmek için yapılan bir dalkavukluktan başka bir şey değildir. Gene aynı eleştirmene göre, bu 154 sone arasında ancak altısı arkadaşıyla sevdiği kadının serüvenini ele alan soneler özgün sayılabilir. Gelgelelim, kendi yaşantısından esinlenerek yazılmış izlenimini veren bu altı sonede bile, Shakespeare'in gösterdiği heyecan aslında yürekten değildir. Amerikalı eleştirmen E. E. Stoll da, soneleri şairin öz yaşamına bağlı saymaz. Zaten Stoll, Shakespeare'in eline kişisel olma fırsatı geçince bile kişisel olmaktan çekindiğine, bilerek ya da bilmeyerek, her zaman bir maske taşıdığına inanır.

Eleştirmenlerin büyük çoğunluğu Sidney Lee ve Stoll gibi düşünenlerden kesinlikle ayrılıp, Shakespeare'in sonelerini özyaşamöyküsüne bağlarlar; burada dile getirilen duygu ve düşüncelerin yüzde yüz candan olduğuna inanırlar. Hazlitt'in ve Romantik çağ şairlerinin görüşü de budur. William Wordsworth kendi sonelerinden birinde, sone türünü hor görmemelerini, çünkü Shakespeare'in "bu anahtarla yüreğini açtığım" ("with this key Shakespeare unlocked his heart") söyler eleştirmenlere. Ama Victoria çağı şairlerinden Robert Browning buna pek inanmaz:

Demek bu anahtarla

Shakespeare yüreğini açtı. Öyle mi?

Açtı mı? Öyleyse Shakespeare'liğini yitirdi.

With this same key

Shakespeare unlocked his heart once more;

Did he? If so the less Shakespeare he.

Ne var ki, sonelerin Shakespeare'in özel duygularından ve kişisel yaşantısından kaynaklandığı inancı Romantik çağdan sonra da sürmüş, hala da sürmektedir. Danimarkalı eleştirmen Georg Brandes, ancak ve ancak sonelerde Shakespeare'i olduğu gibi, tüm sevgisi, özlemleri, hayal kırıklıkları ve acılarıyla gördüğümüzü; günah çıkarırcasına duygularını yalnızca burada açığa vurduğunu savunur.[10] Walter Raleigh'ye göre, Şiirin ne olduğunu bilen her insan, soneleri okur okumaz, Shakespeare'in bu şiirlerindeki içtenliğini ve bunların gerçek bir yaşantıdan kaynaklandığını anlar.[11] Dowden, Saintsbury, Boas, Halliday, Chambers, Rowse ve daha birçokları aynı inançtadırlar.

Önceden de söylediğimiz gibi, sonelerin Shakespeare'in özel yaşamına ne denli bağlı olduğu sorununu çözümlemenin yolu yoktur. Üstelik bu sorunu çözümlesek bile, ancak merakımızı gidermiş oluruz. Sonelerin yadsınmaz şiir değerinden, olağanüstü güzelliğinden, ne bir şey artmış, ne de bir şey eksilmiş olur. C. Knox Pooler'in dediği gibi sürüp giden tüm bu tartışmalar, bir tek dizeyi daha çok beğenmemizi sağlamadığı gibi, anlaşılması güç bir tümceyi açıklamamıza da yardım etmemiştir. Bu şiirler, şairin gerçek yaşantısını yansıtır mı, yoksa yansıtmaz mı? Bunu bilmeyiz, hiçbir zaman da bilemeyeceğiz. Ama yüzde yüz bildiğimiz bir şey varsa o da şudur ki, bu şiirler bize tümüyle içten izlenimini verir. Onlarda sahte ya da yapmacık diyebileceğimiz duygular ve düşüncelerle neredeyse hiç karşılaşmayız; şairin içtenliğinden hiç mi hiç kuşkulanmayız. Wilson Knight'ın belirttiği gibi, bu soneler salt bir edebiyat yapıtı yaratmak amacıyla uydurulmuş olsa bile, şair candan yazmasa bile, yazdığı şiirler candandır nasıl olsa. İşte bizim için asıl önemli olan da budur. Tam anlamıyla candan gelen duygulardan ve düşüncelerden kaynaklanarak yazıldığı halde, okuyuculara sahte izlenimini veren nice şiirler vardır. [Oscar YVilde The Critic as Artistde (Sanatçı Olarak Eleştirmen) bu görüşü abartarak, gerçek duyguların sanat açısından işe yaramadıklarını, kötü şiirlerin gerçek duygulardan esinlendiğini söyler.] Belki de Shakespeare, oyunlarının kişilerini hayal gücüyle yarattığı gibi, sonelerdeki üç kişinin de ruhsal durumlarını ve duygularını hayal gücüyle uydurmuş; Sidney Lee'nin dediği gibi "dramatik bir yöntem kullanarak, kişisel bir açıklamada bulunuyormuş gibi bir hava yaratmıştır."29 Ne var ki, biz, Hamlet'in, Lear'in, Macbeth'in ya da Shakespeare'in herhangi başka bir kişisinin duygularını ve düşüncelerini dile getirirken yürekten konuştuğuna nasıl inanıyorsak, sonelerde "ben" diyen şairin de yürekten konuştuğuna aynı güvenle inanırız.

Şunu da unutmamalı ki, Shakespeare oyunlarında kişisel tutumunu her zaman gizlemesini bildiği için, "ben" dediği bu sonelerde bile, kişisel duygularını dile getirdiğine insanın neredeyse inanmayacağı gelir. Soneler, Shakespeare'in yaşamı üzerine bir şeyler öğrenebilmek için didik didik edildiği gibi, oyunlarında da şairin özel duygularının, inançlarının ve düşüncelerinin izleri aranmıştır. Ne var ki, bu araştırmalardan hiçbir olumlu sonuç çıkmadığını biliyoruz. Örneğin, Macbeth'te yaşamın anlamsızlığı üstünde durulur: Yaşam, yürüyen bir gölge, kısa bir süre için sahnede çabalayan zavallı bir oyuncu, bir aptalın anlattığı öfke ve gürültüyle dolu bir masaldır. Oysa Henry V'de, dikkatle incelenince, en kötü durumlarda bile hayırlı bir yan olduğu ileri sürülür. Şimdi Shakespeare iyimser midir, yoksa kötümser midir? Ne biri, ne öteki; çünkü biri Macbeth'in, öteki de Beşinci Henry'nin tutumudur aslında. Oyunlardan bir yığın alıntılarla, Shakespeare'in halkı hor gördüğünü ya da çok beğendiğini; Protestan, Katolik ya da dinsiz olduğunu; içkiden hoşlandığını ya da nefret ettiğini; savaştan yana ya da barışsever olduğunu kanıtlamanın yolu vardır. Yani Shakespeare'in özel görüşlerini oyunlarından anlamaya kalkarsak, birbirine tümüyle aykırı sonuçlarla karşılaşabiliriz. Çünkü onun yarattığı kişilerin önemsiz olanların bile Shakespeare'in kendi benliğiyle, yaşam felsefesiyle, düşünceleriyle, duygularıyla hiçbir ilişkisi olmayan bir benliği, bir yaşam felsefesi, kendilerine özgü düşünceleri ve duyguları vardır. Böylece bu kişiler, hiçbir bakımdan Shakespeare'in sözcüsü sayılamazlar. Onlar konuşurken, onları yaratan Shakespeare susar. Durum böyle olduğuna göre Shakespeare'in "ben" dediği sonelerinde, onun özel yaşantısının ve kişisel tutumunun izlerini arayabiliriz belki, ama bunları oyunlarında aramamız boşunadır.


 

 


 

[1]        Janet G. Scot, Sonrıets Elizabethains, Les Sources et L'Apport Personnel, Paris, Uonorâ Champion, 1929, s. 230.

[2]        A. L. Rowse (Ed.) Shakespeare's Sonnets, Nevv York, Harper and Row, A. Perenni- al Classic, 1964, s. xvi.

[3]        Janet G. Scot, a.g.e., s. 237.

[4]        John Middleton Murry, Shakespeare, London, Jonathan Cape, 19-36, s. 113.

[5]        Mark Van Doren, Shakespeare, Nevv York, Henry Holt, 1939, s. 13.

[6]        G. VVilson Knight, a.g.e., s. 74.

[7]        E. K. Chambers, William Shakespeare, Oxford, Clarendon Press, 1930, C. I, s. 561.

[8]        H. C. Goddard, The Meanitıg of Shakespeare, The University of Chicago Press, 1951, s. 393.

[9]        A. L. Rovvse, a.g.e., s. vii.

[10]      Georg Brandes, William Shakespeare, London, Heineman, 1920, s. 301.

[11]      Walter Raleigh, Shakespeare, London, Macmillan, 1939, s. 88.

 

 

 

 

 

 


 


Ana Sayfaya Dönmek İçin Tıklayın 

  www.aymavisi.org  
 

 

 

 

 
 + Büyüt | - Küçült