Walter Benjamin bu eğilimi, kültür anıtlarının pırıltılı görkemiyle onları
yapan sıradan insanların sefaleti arasındaki çelişkiye işaret ederek ifade
etmişti. Bu hazineler, diye yazmıştı Benjamin, “varoluşlarını sadece onları
yaratan büyük beyinlerin ve yeteneklerin çabalarına değil, onlarla birlikte
alın teri döken o adsız insanlara da borçlular.” Ardından Benjamin ileride
en çok alıntılanacak sözlerinden birini söyler: “Hiçbir kültür ürünü yoktur
ki aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın” (1969, s. 256). Ya da Bertolt
Brecht’in “Okuyan Bir İşçinin Soruları” Şiirinde sorduğu gibi:
Yedi kapılı Teb şehrini kim inşa etti?
Kitaplara bakarsanız krallarmış.
O kaya kütlelerini o krallar mı kaldırdı?
Ya o defalarca yerle bir olan Babil’i,
Her defasında kim ayağa kaldırdı? (1976, s. 25-23)
Kültürü hiç eleştirmeden yüceltenlere yanıt olarak Benjamin ve Brecht bizleri, insanların yüzyıllardır kolayca görmezden geldiği bir hakikatle yüzleşmeye zorladı: Güzellik; imparatorluk, kölelik ve sınıf yapıları tarafından lekelenmiştir. Her ne kadar bu çelişkiyi fark etmeleri Benjamin’i veya Brecht’i sanatı büsbütün terk etmeye yöneltmemiş olsa da, bir grup eleştirmende kesinlikle böyle bir etkiye yol açmıştır, özellikle de 1960’lardan sonra. Elaine Scarry, insanların on yıllarca “ya güzelliği aktif biçimde tabu haline getirdiğine ya da pasif bir şekilde lügatlarından tamamen sildiğine,” çünkü ya güzelliğin dikkati dünyadaki adaletsizliklerden uzaklaştırdığını ya da gerçekliği nesnelleştirdiğini düşündüklerine işaret eder (1999, s. 117, 58).
Bu yazarlar bize, kültür tapınağındaki frizlerin, soykırım, kölelik, siyasal baskı ve yoksulluk hikayelerini es geçtiğini gösterdiler. Her ne kadar yüksek kültür, kişisel duyarlıkları yüceltebilse de, sınıfsal ayrımları da güçlendirebilir. Zevk, yani sonradan kazanılan, kültürel metaları ayırt etme ve takdir etme becerisi aynı zamanda bireylerin kendi toplumsal konumlarını belirlediği ve sağlamlaştırdığı bir ayrım [distinction] sürecidir. Bu güçlenmiş algı melekesi, bu grupları toplumsal merdivende yukarılara bir yerlere yerleştirmeye yardımcı olur (Bourdieu, 1984, s. 28).
Kültür alanında çalışan, özellikle de sanatı savunmaya soyunan hiç kimse bu çelişkileri göz ardı edemez. Demokratik sanat ideali ile sanatın dışlayıcılığı gerçeği arasında; toplum için sanat söylemi ile elitizm arasında bir gerilim vardır. Kültürün bu sözde evrenselliğiyle, bunun gerçekleştirilebilirliğinin sınırları arasındaki çatışma sık sık edebiyata da konu olmuştur. Bunlardan en çarpıcı olanı belki de Thomas Hardy’nin Jude the Obscure (1895) [Adsız Sansız Bir Jude] adlı romanıdır.[1] [2] Roman bir yandan kendi estetik özerkliğini tanır, Viktoryen edebiyatın konvansiyonlarını ve formel kalıplarını kullanır. Diğer yandan da kültür oyununda başarılı olmak isteyen baş kahramanının göğüs germek zorunda olduğu toplumsal adaletsizliklere ışık tutarak kendini daha büyük ölçekli mücadelelerin bir parçası olarak görür. Böylece roman, ilerleyen bölümlerde geliştirdiğim kurama da ışık tutar: Edebiyatın hem bir simülasyon alanı hem de simülasyon ile gerçeklik arasındaki farkın ayırt edilmesinin bir aracı olduğu kuramını.
Jude, kabul görmek isteyen acılı bir insan örneğidir; kültürlü bir insan olmanın vaat ettiği tatmini arzular, kendini sanat üzerinden farklı kılmak ister. Halbuki Hardy’nin kurgusal Oxford’u olan Christminster’ın kuleleri onun ulaşamayacağı bir yerdedir. Oraya girmek için gereken toplumsal ve finansal sermaye onda yoktur. Christminster’da bir duvar ustası olarak ağır çalışmayla geçen günleri onu örseler. Hedefine ulaşamamış, kalbi kırık bir adam olarak şehri terk eder.
Yıllar sonra Christminster’a ailesiyle beraber döndüğünde, okullardan birinde yapılan tören yürüyüşünde bir zamanlar şehirde birlikte çalıştığı duvar ustalarıyla karşılaşır. Jude’un tutkusu ve başarısızlığıyla alay ederler. Art niyetsiz, kendine acırcasına verdiği yanıt, sistemin adaletsizliklerini gözler önüne serer:
“Buna rağmen yenilmeye razı olan iradem değil, yoksulluğum oldu. Benim tek kuşakta yapmaya çalıştığımı yapmaya iki, üç kuşak ister. Sonra benim sevgi duyduğum insanlar elinde imkanları olmayan bir adamı hırpalayacak kadar güçlüydü [İnsanın gerçekten ülkesine layık değerli biri olabilmesi için bir balık kadar soğukkanlı, bir domuz kadar da bencil olması gerek.] Benimle alay edebilirsiniz, [bir şey diyemem; hiç şüphesiz benden uygununu bulamazsınız bu iş için] ama şu son yıllarda nelere katlandığımı bilseniz öyle sanıyorum ki bana acırdınız. Onlar da bilselerdi...” Üniversite öğretmenlerinin teker teker gelmekte olduğu binayı gösteriyordu “ ... onlar da belki öyle yaparlardı" (s. 339).
Hocaların onu, o günün şaşasının ortasında fark edecekleri bile şüphelidir. İçinde bulunduğu felaketi fark etmeyeceklerdir, tıpkı Pieter Bruegel’in “Ikaros’un Düşüşü” (1558) resmindeki, gencin denize pike yapışının hiçbir şekilde farkında olmadan toprağı sürmeye devam eden köylüler gibi. Kendini dönüştürme yönünde verdiği mücadeleler, romanın adının da ima ettiği gibi “adsız sansız” kalır. “Toplum düzenimizin bir yerinde bazı aksaklıklar olduğunu anlıyorum” diye protesto eder Jude (s. 340). Hayatının, deneyen fakat başaramayan bir adamdan alınacak bir “ahlak dersi” olduğunu teslim eder.
Yine de Jude’un başarısızlığı aslen, genel anlamda kültürün ve sanatsal bir biçim olarak da romanın başarısızlığıdır aynı zamanda. Romanın kendisi, resmettiği toplumsal dışlamaya katkıda bulunmaz mı? Gerçeğe fazla benzeme iddiası, estetik özerkliği tarafından desteklenir. Başka bir deyişle, romanın hakikati temsil etme iddiası, Şiirsel dilin şairane özellikleri tarafından değil, daha dar anlamda on dokuzuncu yüzyıl gerçekçi romanının konvansiyonları tarafından mümkün kılınır. Sosyolojinin, tarihin pratik dillerinden ziyade kurgunun yardımlarını kullanarak resmetmek ister. Sanat olarak romandan zevk almayı da gerektiren, kendini ince zevkleri olan kültürlü bir insan olarak kurma süreçleri, Jude’un romanın temsil ettiği kültüre girmesinin önüne geçer. Öte yandan, gerçeklik Jude’u dışlarken, kurgu onu estetik yasalarının alanına dahil eder.
Bundan on beş yıl sonra, E.M. Forster’ın Howards Endi de benzer bir incelikli kültürel dışlama sürecini anlatır. Alman asıllı ultra sofistike Margaret ve Helen Schlegel kardeşler, kendilerini aklı fikri ticarette olan kültürsüz Wilcox ailesine uzak hissederler. Aralarındaki bu uçurum özellikle Helen, Wilcox’ların evine yaptığı bir seyahatin dönüşünde iki aile arasındaki farkları sıraladığı zaman aşikar hale gelir: Wilcox’lar kızın hayata dair düşüncesini “korunaklı ve akademik” bulurlar; sosyalizm ve feminizmi “saçmalık” olarak görürler; hatta edebiyat ve sanat hakkındaki görüşlerinin fasa fiso olduğunu, zira “insanın karakterini güçlendirmeye hizmet etmediğini” düşünürler (1999, s. 22).
Schlegel kardeşler, toplum hayatında snob kimselerdir; kültür alanındaki sofistikelikleri konusunda başarılı, bunun sağladığı ayrım konusunda da coşkulu. Bu, Margaret’in, kleinbürgerlich[3] Leonard Blast’ın beklenmedik ziyaretine verdiği tepkide açığa çıkar; Blast nihayetinde kız kardeşiyle evlenecektir. Margaret merdivenlerden inerken Leonard’ı gözler ve “bir çobanın veya toprak köylüsünün torununa benzediği” sonucuna varır; “medeniyetin taşraya gömdüğü, bedensel hayatın iplerini kaybetmiş, ancak ruhsal hayatı yorumlamayı başaramamış binlercesinden sadece biri” (s. 105). Leonard ise kültürü hayatına dahil edilmenin peşindedir, fakat liberal görüşlü Margaret’in zihniyeti farklıdır. “Onun örneğinde kültür işe yaramıştı, fakat yaşadığı o son birkaç hafta zarfında kültürün çoğunluğa insaniyet aşılaması konusunda şüphelere gark olmuştu; doğal insanla felsefi insan arasında uzanıp giden uçurum o kadar genişti ki ve sürekli açılmaktaydı ki, o uçurumu geçmek isterken mahvolan öyle çok iyi delikanlı vardı ki” (s. 105). Hem kültürel ideoloji hem liberalizme içkin çelişkiler, bundan daha samimi bir biçimde betimlenemezdi. Margaret, Porphyrion Yangın Sigorta Şirketinde memurluk eden ve “kitapların sadece kapakları” hakkında bilgi sahibi olan Leonard gibi birini kabullenmekte güçlük çeker. Margaret’ın düşünceleri, Leonard’a, meçhul hocaların Jude’a göründüğü kadar acımasız ve mutlak görünmese de, kültürün nasıl sınıflar arasında incelikli engeller teşkil edebileceğini gösterir.
Roman sanatı, bu süreci böyle açıkça göstererek kendi marjinalleşmesinin de yolunu açar. Zira, kültür sahibi olmanın bir kişinin kendini kurma projesi olduğunu ve Matthew Arnold’un bahsettiği “mükemmeliyeti araştırma ve arama” çabasının ([1869] 1971, s. 58) evde ve okulda kazanıldığını göstererek roman, kendisinin toplumsal dışlamada oynadığı role dikkat çeker. 11 Gerçek Leonard’ların, Jude’ların, yüksek kültür üzerinden kendilerini gerçekleştirme çabalarında karşılarına engeller çıkmış olması, aslında bazı insanların sanattan vazgeçme nedenlerinden biridir. Burada söz ettiğim romanların ikisi de edebiyatın parabatik niteliğini dramatize eder. Burada asıl mesele bu karakterlerin “canlı kanlı” olup olmadığı değildir pek (Wood, 2008, s. 247). Daha çok, onların kurgusal temsillerinin bizleri gerçek olan ile hayali olanı karşılaştırmaya; bu biçimsel yaratıdan zevk almaya, sonra da toplumsal adaletsizliğe karşı öfkemizi dile getirmeye davet etmesidir. [4]
[1] Burada verilebilecek ilgi çekici bir örnek 1971 yılına Modern Dil Derneği’nin başkanlığını üstlenmiş olan Louis Kampf’tır. Edebiyattan “toplumsal elitizmin”, “sınıf ayrımlarının" bir aracı ve “emperyalizmin elindeki bir silah" diye söz eder (1978, s. 28, 31); ayrıca bkz. Kampf (1969).
[2] Adsız Sansız bir Jude, çev. Taciser Ulaş Belge, 2. Baskı, 2008. İstanbul: İletişim Yayınlar. Alıntılar bu baskıdan yapılacaktır—çn.
[3] Kleinbürgerlich: (Al.) Hem “küçük burjuva’' hem “darkafalı" anlamında—çn.
[4] Bkz. Lambropoulos (1988). Arnold’u, toplumsal ayrıcalıkların bir savunucusu addedip reddedenler, sanatın ticarileşmesine gösterdiği tepkiyi genelde göz ardı ediyorlar. Zihnin kültürle beslenmesi diye altını çizer, "onca değer verdiğimiz... hatta fazlasıyla değer verdiğimiz mekanik ve maddi medeniyetle ihtilaf halindedir" (s. 38). Ryle ve Soper ise, Arnold’un Culture andAnarchy adlı metnini, metalaşma çağında elitlerin konumunu tarihsel olarak korumaya çalışan “eğitimli kültürün" yeri üzerine bir irdeleme olarak görürler (2002, s. 4).