Öykü yazmaya ’80 sonrasında başladınız. Bu yönelimizin ivmesi ne oldu?
—Aslında ’80 sonrası değil de ’70 sonrası demek gerekiyor belki, ilk öykümü 1975 yılında yazdığım düşünüldüğünde. O günden başlayarak, pek az kişinin tanığı olduğu, 'başkaları’nın bilmediği uzun bir süreç, eğer deyiş yerindeyse, bekleyişlerle anlam kazanan bir karanlık dönem yaşanacaktı. Bir tünelde yürümek: İlk öykümün yayınlanması için çok uzun bir süre beklediğimi söylemeliyim. Enis Batur’un yönettiği "Gergedan" dergisine "Bir Şehre Gidememek" adlı öykümle aradan on üç yıl geçtikten sonra, 1988 yılında başvurmaya cesaret edebildim. Öykü bir yıl sonra "Argos"ta yayımlandı. Bunlar düşünüldüğünde, ’80 sonrasında yazmaya, en azından öykü yolunda görünmeye başladığımı düşünmekte haklısınız. İvmenin araçlarıysa ilk günden bugüne hiç değişmedi: Binleriyle bir şeyleri bir yerde paylaşma özlemi... Mektupların o öykülerle o 'meçhul adresler’e gönderilmesi bundandı. O buluşma(lar) nasıl olsa gerçekleşecekti. Yürüyüşü anlamlandıran biraz da bu inanç olmalıydı.
Bu süreçte okurla buluşmanız nasıl oldu? Araçlar nelerdi?
— 1990 yılındaki Haldun Taner Öykü Ödülü yıllar süren bir sabrın, bir savaşımın ödüllendirilmesi gibiydi. Kitapların, buna bağlı olarak da başka öykülerin gelmesi o günden sonra pek zor olmadı. Okurla 'buluşma’ya gelince... Binlerinin beni dinlediğini artık çok iyi biliyorum. Elie Wiesel, kendisiyle yaptığım bir söyleşide, "Yağmurun iki bulutun buluşmasıyla oluşmasında değildir gerçek, iki bulutun yağmuru oluşturmak için bir araya gelmesidir," demişti. Er ya da geç gerçekleşen, istesek de kaçamayacağımız, önleyemeyeceğimiz bir buluşma. Yazgıcı bir yaşam görüşü mü bu? Belki. Ama hayatımızda yer eden tüm ilişkiler için de geçerli değil mi bu? Her şeyi bir yana, bu buluşmalarla ilgili olarak, daha şimdiden yaşadığım, başka öykülerin kapısını açabilecekmiş gibi görünen yeni öykülerim var. Yolun neresinde olduğumu biliyorum. Umutlu olmak için birçok nedenim var. Hepsi bu.
Öykü giderek gazetelerden, dergilerden saf dışı edildi. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Günlük gazetelerde öykülerin yayımlanmasına bir küçük masalmış gibi bakıyorum şimdi. Bugün yalnızca "Cumhuriyet" gazetesi, "Pazar Eki"nde bu geleneği bir biçimde sürdürmeye çalışıyor bilebildiğim kadarıyla. Dergilerin sayısı, daha da önemlisi işlevi, etkisiyle her geçen gün biraz daha çok azalıyor. Ben bu bağlamda asıl yitirilenin heyecan olduğuna inanıyorum. Okurla dergi, yayın organı arasında var olan yolun bir yerlerinde yitirilen heyecan. Öykü, ses getirir, yaşamda bir şeyleri etkiler, gündemi bir şekilde belirleme özelliğini yitirmiş görünüyor artık. Bir diğer deyişle, en iyilerden kabul edilen herhangi bir öykücünün yeni bir öyküsünün herhangi bir dergide yayımlanmasının bugün pek az kişi için önem taşıdığı, entelektüel, ya da entelektüel olma iddiasındaki ortamlarda bir söyleşiye konu olmadığı düşüncesini göz ardı etmemek gerekiyor. Dergi yöneticilerine soracak olursanız, "Öykü vardı da, biz mi yayınlamadık?" diyecekler birilerini anımsatırcasına. Tartışılabilecek bir düşünce bu. Yolun başında olanları düşünün. En zor tür olmasına karşın sayısız, çoğu niteliksiz şiir yazılır da, iş öykü yazmaya gelince durum değişir. Öykü yazmak farklı bir çabayı, daha uzun bir süreyi, en önemlisi sabrı gerektirir çünkü. Şiir için de böyledir elbet. Ama nedense hep öyle olmadığı sanılır. Böyle olunca da öykü çok daha az yazılır. Konuya böylesi bir açıdan baktığımızda dergi yöneticilerinin de bu görüşlerini göz ardı etmemek gerekiyor. Kurunun yanında yaş da yanıyor bazen, işin içine birtakım klikleşmeler de giriyor ya neyse, bu apayrı bir tartışmanın konusu. Ha, bir de öykü şimdilerde eskisi kadar 'moda’ değil galiba. Bu günlerde anlayan anlamayan, bir iki kitap karıştıran, 'metin’ diye bir şeyler yazıyor. Ben çoğunlukla bunların ne için kimler için yazıldığını anlayamıyorum. Ama bazı dergi yöneticilerinin öykünün dergilerden saf dışı edilmesine zemin hazırlayan tavırları konusunda bir diyeceğim daha var. Bunu başka yerlerde de söyledim, burada söylemekten de çekinmeyeceğim: Bugün bir öykü dergisi çıkarmaktan söz edenler, ya da bir öykü dergisinin çıkmasına katkıda bulunanlar, neden on yıl süreyle yönettikleri edebiyat dergisinde tek bir öyküye bile yer vermediler? Giderayak bir diyet ödeme, ya da bir çeşit günah çıkarma çabası mı bu?
Eğer öyleyse, onca yıl süresince görmezlikten geldikleri, cesareti kırılan onca genç öykücüyü bu derginin neresine koyacaklar?
Kuşağınızın önündeki açmazlar nelerdi?
—Herkes kendi serüvenini kendine göre yaşadı bana kalırsa. ’80 sonrasında kendini gösterebilenlerde, en azından birer okur olarak. ’70’li yıllara oranla —ki bence Türk öykücülüğünün Altın Döneminin yaşandığı yıllar biraz daha çok kendisini arama çabası vardı. Bir başka sorunun kapısını aralıyordu bu durum. Herkes kendi yolunda, birbirinden kopuk, hani nerdeyse habersizdi. Tıpkı bugün olduğu gibi. Hiç kimse birbirini okumuyor. Herkes o başkasının, 'Öteki’nin öyküsüne sağır.
Bugünkü görünümle ilgili düşüncelerinizi biraz daha açabilir misiniz?
—Az önceki yanıtın devamı niteliğinde bir yanıt olabilir bu. Ben, için için bir hazırlığın yaşandığını, adını şu ana kadar duyuramamış birçok genç yazarın her şeye karşın öykü yazmayı, daha da önemlisi yazdıklarını başkalarına göze aldığını biliyorum. Ama bir sorun var. Hem de çok önemli bir sorun. Bu yazarların, ya da yazar adaylarının çok büyük bir çoğunluğu öncelikle başarılı birer okur olmamanın çıkmazını yaşıyor. Bu durumda yazma çabası niye diye soruyorsunuz kendinize. Bunları düşününce bugünkü görünüm hakkında oldukça karamsar olduğumu söylemeliyim. Bir de öykü galiba daha önce de söylediğim gibi bugünlerde pek revaçta değil. Anlayacağınız engel çok.
Başlangıç çizginize gelelim. Etkiler, kaynaklar neler oldu?
— 70’li yılları Türk öykücülüğünün Altın Dönemi olarak gördüğümü söylemiştim. Öykü yazmaya başladığım dönemdi de bu aynı zamanda. Yoğun bir okuma sürecini de yaşadığım, hani, alışılagelmiş bir söyleşiyle, hem okudum, hem yazdım, diyebileceğim bir dönem. Bendeki yazma gereksinimini daha da artıran yazarlar arasında aklıma o günlerden ilkin, Bilge Karasu’nun, Tomris Uyar’ın ve Selim İleri’nin isimleri geliyor. Başkaları da vardı elbette, dünyaları, tüm kitaplarıyla olmasa da, bir tek öyküleri, dahası tümceleriyle beni derinden etkileyen. Zengin bir öykücülük damarıyla karşı karşıyaydım. Öyküye en yakın tür olarak gördüğüm tiyatro oyunları ile metinleri vardı sonra. Çehov, Arthur Miller, Anouilh ve diğerleri... Bir de o güne dek enikonu ihmal ettiğim şiir... Birbirlerine her zaman yakışmasalar da Turgut Uyar, Edip Cansever, Behçet Necatigil, Attila İlhan ve Metin Altıok. Tüm bunların yanı sıra doğduğum günden başlayarak soluduğum, kişiliğimi, kimliğimi çok derinden etkilediğine inandığım Yahudiliğimle her zaman, her yerde karşıma çıkan, çıkarılan o azınlık psikolojisinin göstergeleri vardı. Bir de fakülte yılları... Tahsin Yücel, özellikle de Haldun Taner gibi hocaların öğrencisi olmanın ne denli anlamlı, öğretici olduğunu yıllar geçtikçe daha iyi anlayacaktım.
Yeni yazan bir öykücü için, bir öykü dergisinin anlamı nedir, ne olmalıdır?
— Soru, gizliden gizliye yanıtını da içeriyor bana kalırsa. Bu girişim, öncelikle bir öykü platformu oluşturması açısından, tüm öykücüler için çok yararlı bir girişim. Kalıcı olması, kurumlaşması, daha da önemlisi, klikleşmelere yol açmaması durumunda, gelecekte bir 'Türk Öykücülüğü Tutanağı’ olmak gibi çok önemli bir işlevi de olabilir. Ama her şeyden önemlisi, hazırlıkları yapılmakta olan bir diğer öykü dergisine de dediğim gibi, böylesi bir dergi ancak yolun başında olan, adını daha önce duyuramamış, bu yüzden de şu sıralarda yayımlanmakta olan dergilerde öykülerini yayımlamaları hemen hemen imkansız öykücülere kapılarını gerektiği gibi açabilirse gerçek işlevini yerine getirecek. Yeni öyküler, yeni öyküleri besleyebilecek mi? Bunu şimdiden kestirmek zor. Ama her şey bir şeylere inanmakla başlamıyor muydu?