— Ah Bayım Ah, sizin öykü evreninizi kucaklayan, bir o kadar da şaşırtıcı
gelen öyküler birikiminizi getiriyordu... Öykünüze, öykücülüğünüze birçok
tanımlar getirildi. En belirgin, en doğru olanı da şuydu: Fantastik
öykücü... Dilerseniz önce bu tanımdan yola çıkalım... Bu kitabınızın 20.
yılında o gün yazılanlara bugün dönüp baktığınızda neler düşünüyorsunuz?
İlk kitabım Ah Bayım Ah’daki öyküleri bir kitapta toplamak aklımın ucundan bile geçmiyordu onları yazarken. Yoğun bir hastane serüveninden yeni kurtulmuştum. Yaşamla ölüm arasındaki trenlerin acımasız bir hızla geçtiği o istasyonda, bir yatağa çakılı olarak bir buçuk yıl gibi uzun bir süre yaşamış; acıyı, sabrı, umudu, yılmamayı belki de çıldırmamayı öğrenmiştim. Hastanede ölümü yakından gördüm, belki de tamdım onu, çevremde insanlar vardı, onların umutlan, içine sıkıştıkları toplumsal çerçeve; gece aşkları! ölü ardından gelen perişanlık, cinsellik, hırsızlık, şefkat, zamanın hızlanıp yavaşlaması. Hiç geçmemesi durması. Kısacası her sev vardı.
Tüm yaşadıklarımı belgelemek için yazmıştım o öyküleri. Yolladığım dergiler de hemen yayımladılar. Attila İlhan’dan aldığım bir davet mektubu ile de kitabım kısa bir sürede yayımlandı.
Kitap, yankılar yaptı. Eleştirmenler, öykücülüğümü değişik biçimlerde, yeni adlarla tanımlıyorlardı. Uluslararası Yazarlar Birliğinin konuğu olarak ABD’ye bir yıl süre için çağrılı gitmiştim o sırada. Öykülerim İngilizceye çevrildi ve orada Fantastik Gerçekçi bir öykücü olduğum kesinleşti. Gabriel Garcia Marquez Nobel Edebiyat ödülü’nü alıp, dünya çapında ünlenince, Fantastik Gerçekçiliğin ne olduğu anlaşıldı.
— Peki fantastik gerçekçiliğe yöneliminizdeki etki ve ivmeler ne oldu?...
Ben Fantastik Gerçekçiliğe yönelmedim. Daha doğrusu beni bu türe yönelten ivmeler ve etkiler yoktu. Çünkü gene Ah Bayım Ah’da yer alan, 16 yaşındayken yazdığım ilk öyküler ("Mösyö Hristo") bu damardan geliyordu. Benim olayları algılayışım, çözümleyişim ve öykü olarak (son yıllarda da roman olarak) kağıda döküşüm buydu. Doğaldı. Belli bir prizmadan dünyaya bakıştı. Ne tuhaftır ki, kendi yazdıklarım bana hiç fantastik gelmez, normal şeylerdir onlar, gerçek çizgisi ve mantık her zaman vardır. Birlikte çalıştığım editörlerim, eleştirmen ve okurlarım bendeki sınırsız düş gücünü, düş zenginliğini bana tanımlarlar. Önceleri o da doğaldı benim için. Şimdilerde kitaplarımı yeniden okuduğumda bazen şaşırdığını oluyor. Objektif bir gözle okuyunca. Gerçekten düşler sınırsız, mizah öğesi çok yoğun. Daha iyi eleştirebilmek için yazdıklarımı, belliğimi kaybedip, onları yeni baştan okumak isterdim, acaba bende ne gibi duygular uyandırırlardı o zaman? Okurlarımı çok önem verdiğim okurlarımı, onların coşku ve heyecanlarını daha iyi anlayabilirdim o zaman. Yeni bir yazar tanımış olurdum, onu daha rahat eleştirebilirdim; belki hayran kalırdım, belki kıskanırdım. Kimbilir.
— Gerçekle gerçeküstü iç içedir öykülerinizde. Olay ve durumları yansıtmada tersinmelere başvurursunuz. Bu düşsel evrende topluma dönük bakışınızda değişmeyen bir yan var; yabancılaştırma... Öykülerinizdeki mizah duygusuyla iç içe sarmalanıyor. Bu yöneliminizin öykünüzdeki izleri üzerinde duralım. Burada belirgin olan bir yan da kara mizah... Bunu var eden topluma dönük bakışınızın kaynağına dönersek... Bunca yoğunluğun öykünüzdeki yeriniz üzerine neler söyleyebilirsiniz?
Öykülerimde ve romanlarımda mizah olgusu her zaman vardır. Bu benim dünyaya bakışımın bir parçası. Düş İşleri Bülteni adı altında topladığım köşe yazılarımda bu mizah olgusu daha da belirgindir. Casanova ile Siteler’de yatak satan bir mobilyacıda buluşurum, Joseph Stalin arabamı çizer, mahallede komünist var, diye dedikodu yayılır, pişmiş kelle ile röportaj yaparım, vatandaş olmak isteyen kaçakçıya bu işin zorluğunu anlatırım vb.
"Laz Bakkal" başlı başına bir kara mizah öyküsüdür. Bana kalırsa "Monte Kristo" da öyle.
Son romanım Aşık Papağan Barı’nda da, düşselliğin ve gerçeğin yanı sıra, mizah öğesi ön plandadır. "Papağan", "Duda", "Koruyucu Meleğim Hasan", "Gökyüzündeki Sinek" gibi... Ben, o Bilinçaltını Araştırma Merkezi adına fiş kesip, insanı istediği kişilerin rüyalarına sokan ağzı sakızlı devanası gibi kadını da öyle buluyorum. Pek tabii ki mizah, hüzün, gerçek ve düşsellik birbirine karışıp, bir bütünü oluşturuyor.
— Yazı serüveninizin uçlandığı noktalara dönersek; sizin için vazgeçilmez olanın altını şöyle çiziyorsunuz: "Yazmak büyük bir serüven, sonsuz bir özgürlük. Benim düşselliğimde mizah öğesi var, kara mizah." Biraz da bunun oluşma, yazıya (öyküye) dönüşme sürecinden söz edelim.
Evet, yazmak büyük bir serüven. Sonsuz bir özgürlük ve mutluluk içinde yazıyorum. Oysa bir romanın kağıda dökülme nedeni bir acı, bir duygu patlaması, hatta bir bunalım olabiliyor. Kendi çizdiğim bir haritanın üstünde uçuyorum ve kendi istediğim alana iniyorum. Tüm kurallar bana ait. Bu serüveni daha çok yaşamak istiyorum. On sekiz kitabım oldu. Yılda bir kitap yazıyorum, bir-bir buçuk ay gibi kısa bir süre içinde. Hastalanıyorum, gözlerim perişan oluyor, günde sekiz saat durmaksızın, bitirene değin yazıyorum ve hiç düzeltisiz yayınevine teslim ediyorum. İçimden bir nehir kağıda akmış oluyor, ona dokunamıyorum.
— Bu bağlamda yakınınızda duran, uzağınıza düşen öyküler, öykücüler...
Sait Faik’i, Tanpınar’ı, Sevim Burak’ı kendime yakın bulurum. Tek aklıma gelen isimler bunlar. Dünya edebiyatında ise öykü yazarlarına büyük bir tutkum var, oyunlar etkiler beni. Oyun okumayı severim. Çehov, Terınessee Williams, Adamov, lonesco, Beckett, Fernando Arrabel, Pirandello, aklıma gelen adlar.
Yazmak büyük bir serüven. Yaşamak, yaşamla ürkmeden iç içe olmak daha büyük bir olay, ikisini de çok seviyorum. Kendimi şöyle mi tanımlasam... Bir yazarım ben, ama her şeyden önce bir "yaşayan”ım. Bu yazmak kadar önemli. Yaşayabilmek. Soluk soluğa...
Ter içinde kalmak yaşamaktan... Yüreğin gümbür gümbür atması...
Benim için tüm bu kentler bu sokaklar, bu gökyüzü, ayın doKu ve rüzgarın esişi, kalkan uçaklar, çalan müzik, acılar ve mutluluk benim için diyebilmek...
Şu kuşun uçuşu benim için...