70’lerin ortalarından hu yana, şiirimiz oldukça uzun süren bir tıkanıklık
dönemi yaşadı. Yayımlanmasına, belki her zamankinden çok şiir ve şiir kitabı
yayımlanıyordu ama, adları, yüzleri ve sesleri inanılmaz ölçüde birbirini
andırıyordu şairlerin. Bu dönem, yaklaşık olarak on yıl kadar sürdü
sanıyorum. Kötü, zevksiz ya da en fazlası ortalama, sıradan, pırıltısız
şiirlerle geçirdik o dönemi.
“Zararsız” olmanın, özellikle şiirde, “berbat” olmaktan daha olumlu bir anlama gelmediği de düşünülürse, iç kapayıcı bir tablo karşısında yıllar geçirdik. Kuşkusuz, bütün bunlar, genel panoramaya bakıldığında görülenlerdi. Yoksa, yılların ustaları ve tek tük çıkan has şairler, mutlak bir çoraklığa meydan vermiyorlardı elbette. Ama genel olarak, o yıllarda birbiri ardına yayınlanan şiir kitaplarına uslanmaz bir umut, yatışına bilmez bir heyecanla yaklaşır, sonra, eli boş, bezgin, yine eski, bildik şairlerimize döner, onların kitaplarından medet umardık.
“Biz” diyorsam, sözün gelişi. Anlatmak istediğim, kendi şiir okuma yaşantılarımdır elbet. Yine de, gerçek şiir pınarının suyundan içmişlerle az paylaşmadım o susuzluğu.
Çok mu güç beğenir, çok mu seçiciydik acaba! Öyle olduğumuzu da sanmıyorum. Müstağni bir tavrımız olsa, onca yığıntı arasında, diyelim küçücük bir Yusufçuk dergisinden, sözgelimi bir Ali Cengizkan’ın, “Dayım gül takardı gömleğinin yakasına...” diye başlayan Şiirini bulup seçebilir miydik? Satışı beşyüze bile yaklaşmayan amatör dergilerden; Ahmet Erhan, Tarık Günersel, Yıldırım Türker, Kaan Özbayrak, Akif Kurtuluş, Roni Marguiles, Lale Müldür, Haydar Ergülen... gibi adlar aralıklarla, tek tük yakalanabilen şiir tatlarıydı. Kitaplaşabilenlerse, ne hikmettir bilinmez, çoğunca, yakındığım tıkanıklığı yaratan ve dönerek o tıkanıklığın düşük nitelikli ürünlerini oluşturan konfeksiyon şiirlerdi.
Son bir yıl içinde, ne olduysa oldu, miskalle tadılan şiir bunalımdan çıktı. Birbiri ardısıra, şiir okurunun yüzünü güldürecek kitaplar sökün etmeye başladı. Acaba, Şiirin ne olduğunu ve ne olmadığını yayıncılara ve okurlara hatırlatmak yoluyla, bu fışkırmanın öznel ve nesnel koşullarını hazırlayanlar, yine önceki kuşaklar onların “Bütün Şiirleri’’nin ardarda, üstüste yayınlaması mı olmuştur? Böyle olmasa da, bir yanıyla nedensellik, bir yanıyla süreklilik ilkelerini kollayan bu açıklama varsayımı bana pekala makul, bir o kadar da “poetik” görünüyor!
Her neyse; bana bunları düşündüren ve şiirimiz adına içimi yeniden umutla dolduran altı-yedi şiir kitabı okudum son yıl içinde. Bu yazıda, bunların üçünü olsun duyurayım istedim.
Yayınlanış sırasıyla ilki, Ahmet Güntan’ın İlk Kan’ı' bunların. Kitabının arka kapağında, hedef okur kitlesini alabildiğine daraltmış Güntan: “Gençken, güzelken, karnımız aşağıya dümdüz inerken sevinçler, üzüntüler, varoluşumuz ve gece yatağımızda düşündüğümüz şeyler sonsuza kadar sürecek zannederken, müzik çalarken, müzik hiç susmazken, plağın bir yüzü b ittiğinde öbür yüzünü çevirmeye koşarak giderken, gece eve dönüp ‘Gece ve Müzik’ programının son şarkısını dinleyebilmek için farları söndürüp arabanın içinde, park yerinde beklerken... Genç, güzel ve karnı aşağıya dümdüz inenler için yazdığım, arabayı kilitleyip eve girerken hatırlamalarını istediğim şiirler,”diyor. Bakmayın siz ona; İlk Kan’da yaşa başa bakmaksızın çarpıcı olan şiirler yer alıyor. Durulmuş, özentisiz, zorlamasız bir dille yazıyor Güntan.
“Gece yıkılması gerekli bir mekan
Dünya yaşanılması gerekti"
"Batan güneşle gidiyor elden
Bu düş şehirde dünyayı temellük etme,
gibi deyişlerde bu dil rahatlığını yitirir gibi oluyorsa da, on yedi şiirin yer aldığı kitapta, ihmal edilebilir ölçüde kalıyor acemilikler.
İki bölümlük “Ahmet Güntan”ın Çingene Hikayeleri’nde, şairin dünyasını açıklıkla kavratan şiirler var. “San Fransisco Kid”de ise, işte o “genç, güzel ve karnı aşağıya dümdüz inenler”in dünyasına açılıyoruz artık.
Kitabın bütününde neşeli bir ağıt havası egemen sanki. Paradoks mu? Ama Güntan zaten paradoksları ve paradoksları sevenleri seviyor. “İlk yüz metrede üçüncü vites” imgesini de sevmiş şair, besbelli. Şiirlerinin tümünde de, klasik denebilecek biçeme karşın, tam da bu dinamizm duyuruyor kendini.
Cüneyt Çalışkur’un pek az Şiirini okuyabilmiştik dergilerde. Talan onun ilk kitabı. “Neler Anlatır İlk Merhabamda kitabın ilk şiiri. Bence yeri iyi değil bu Şiirin. Çalışkur’un şiir dünyasına girmenizi geciktiriyor, biraz hevesinizi kırıyor. Oysa ikinci şiirden itibaren taptaze bir ses geliyor kulağınıza:
“BABAannem bir cumbanın yalnızlığında inkıtaları yaşar,
dizelerini okuduktan sonra, Talan'ı elinizde tuttuğunuza, ününüzde daha çevrilecek sayfaları olduğuna sevinirsiniz. İşte Şiirinin ardında öyküsü olan bir şair dersiniz. Şart değildir, hiç şart değildir bu kuşkusuz. Ama öykülük bir malzemeden, şiir denebilecek bir şiir çıkartılabilmesi hep ilgi çekici gelmiştir bana.
Çalışkur da mı ipucu veriyor kendi Şiirine, yoksa bana mı öyle geliyor! Ama işte şöyle diyor:
“Birbuçuk ürkek alaylı geri kalanı.
Hüznü alaylandıranlardan o da. Talan’da bu apaçık. Cüneyt Çalışkur'un Şiirindeki dil (ya da tartım) yer yer tökezletiyor beni, okurken. Ama kurguda ve imge düzeninde var olan “bir şeyler”, beklettiği şiir sesini de buldurup sağlamlatacağa benzer ona. Okuyorum... “Troleybüs Şoförleri İçin Metin”de, küçücük Şiirin içinde bile, bir ısınma ve yerleşme süreci dikkati çekiyor. Demek ki Cüneyt Çalışkur’un şiiri, biraz daha sabır, ter ve belki de didiklenmek istiyor. İzlenmeye değer olmaktan öte, Çalışkur.
“Üstünde şiir kurumamış “dün bile ERTELENİR!”
gibi bir dize yazabilen, şairdir çünkü.
Kum Saati' Murathan Mungan’ın ikinci şiir kitabı. Osmanlıya Dair Hikayat’takinden bütünüyle değişik şiirler var bu kitapta. Ama eğer dergilerde de izlemişseniz Mungan'ı bir “Sahtiyan”ı okumuş olmanız bile yetebilir onun duyarlığını, bu iki kitap arasındaki bağlantıyı kurabilecek kadar tanımış olmalısınız. Murathan Mungan’ın Şiirinde bir “yerli egzotizm” bulduğumu söylemiştim bir yerde. Ya da egzotik bir yerlilik, diyelim. Kullandığı imgelerin coğrafi ve tarihsel konumu belirliyor bunu. Doğulu bir şiir; ama “Doğunun sorunlarına” eğildiğinden değil kuşkusuz. Belki Doğuyu çocuk gözüyle, masallı, gizemli, buğulu ve renkli bir atmosfer olarak algılamış olup yaşantılarını geçmişe' gömmeyerek bir Batılı kimliğiyle hala ta içinde' yaşadığından. Aynı egzotik yerlilik izleniminin kaynağında, bu yörelliği aşan coğrafi çağrışım boyutunun yanı sıra, tarihsel yaklaşımın da etkisi var. En uzak dünü bugüne getirebilen, bugünün izini düne düşürebilen bir zaman bilincinin şairi Murathan. Taze ve' alabildiğine' çağcıl olabilmesini ise', şiirde yakaladığı biçem-dil kontrastlarına borçlu. Çok çağrışımlı bir dil dağarı var. Bu, zaman zaman onu, Şiirine terminoloji ya da kuramsal bir eda sokmaya dek götürüyor. Bu bence bir kusur. Gerçi şiire neyin girip neyin girmeyeceği tartışmalarını çoktan geride bıraktık ama, sanırım çok nazik bir ölçüsü var şiir diline kavram ve terim sokmanın. Bunu gerekli kılan, “pop ve piç olan yaşadığımız kültür”se, Mungan, örneğin “Punk Lady ile Ummisübyan” adlı Şiirinde bunu ölçülü biçili, şiirce veriyor zaten. Kum Saati, kendini kurmuş ve bezeyen bir şairin, kendini sarmalayan her şeyle bir hesaplaşması. Dörtnala şiirsizleşen bir dünyada, Ginsberg’ler, Ferlinghetti’ler tarzında, şiiri hücuma geçiren bir ivme seziliyor Murathan Mungan’ın beyin/yürek eklemlenmesinden süzdüğü şiirlerde.