Apollinaire, antoloji şiirleri’nden, yani kusursuz şiirlerden ürkerdi. Belki
hakkı da vardı. Nedir ki, kusursuz şiiri, sanata saygı göstermek için
yazmayı da bilmeli. Sonra daha yapılacak başka şeyler de var. Çok şeyler.
Türkiyeli şair Özdemir İnce de gelenek yerine antoloji demeyi yeğliyor. "Çünkü geleneği öğrenmek; gelenekten yararlanmak gibi sloganların yerine antolojiyi okumak, antolojiyi incelemek ifadesi ona daha akılcı bir açıklamaymış gibi geliyor." Evet evet dilbilgisi, söz sanatı, ölçü ve özellikle sesbilgisi öğrenin.
Gerisini de unutun.
İlham.
İlhama inanıp inanmadığımı soruyorsunuz, değil mi? İlham, sezgi demekse elbette inanırım. Buna beden istekleri denir. Bu, ilham alan kişiye göre değişir. İnsanoğlu meleklerden de cinlerden de ilham alabilir. Bu iş için çeşit çeşit melekler, çeşit çeşit cinler vardır. Ama periler arasında dahi olanları da vardır. Bir sanatçı, ilham verici dehaya erişirse, eleştirmeciler onun için: Dehası var." derler. Tevrat’ta Yakub’un merdiveni Tanrıya yaslanmıştır; melekler bu merdivenle gökyüzüne inip çıkarlar. Periler, insanlardan beceriksiz, gezegen yaratıklardır. Demek ki, Tanrının tanıklığına dayanarak, onların o züğürt ilhamları üzerinde tartışılabilir. Gel gelelim, hatırı sayılır melekler de vardır. Ama nedir, onlara yaraşır olmak da gerekir. Ya da onları, Tanrılara yaraşır temiz bir yürekle karşılamak gerekir diyelim. Öte yandan hırsızlık, cinayet ve inatçılık aşılayan ilham cinleri de vardır. Sizi onlardan koruması için dua edin Tanrıya. Demek ki ilham, dizginlenmelidir.
Kendinizi yoklayın. Buna, düşünce, çifte kavrulmuş düşünce, kendini yaşıyor görmek, başkalarını yaşıyor görmek adları verilir.
İç dünya budur.
İnsanlar, şair olmak için yarım-cinaslarla biten ve aynı uzunlukta olmayan dizeleri alt alta dizmenin yeteceğini sanıyorlar. Oysa, şair olmak için, ilkin insan, sonra da şair-insan olmak gerekir. Öteki türlü, domuzdan daha gülünç bir kuşcağız olup çıkıverirsiniz. Şairliğe kalkışan delikanlıların el ele vermesi, doğrusu ya, gülünçtür. Buna karşılık, yeniden dirilen İsa ile söyleşen o havariler gibi, güzellikle söyleşen zeki insanlar topluluğuna diyecek yoktur.
Sıkılmamaya bakın. Can sıkıntısı, şiir alanında günahların en büyüğüdür. Can sıkıntısı şiirin cehennemidir. Aşk da öyle. Hadi iki tanesi, dünyanın, bilimlerin, dillerin ve aşkın dört bucağını dolaşmış olan Nazım Hikmet’in aşkı, Edip Cahsever’in sıkıntısı, bir şeylere benzer diyelim.
Ama aşkın ve sıkıntı’nın böylesine o kadar az rastlanıyor ki; en doğrusu hiç söz açmamak bundan. (Gülünç olmamak için.) Doğrusu ya, halk, edebiyatı umursamıyor. Nedir ki, bizim de yığınların beğenisine göre yazdığımız söylenemez. Yok, halkın beğenisine göre yazıyorum derseniz, o vakit her şeyi değiştirmek gerek. İşte o vakit, halkın beğenisini incelemek, her sözcükte ona hizmet etmek gerek: Onun o pis aşklarından söz açmak, cehenneme onunla birlikte inmek gerek.
Bir örnek: Edgar Poe’nun KUZGUN şiirinde bir lamba, menekşe rengi kadifeden bir koltuk, Pallas’ın bir büstü, çalışmalar ve hayaller içinde geçen bir gece vardır. Etkilerin en ulu olanına varabilmek için dekorun nasıl hazırlanmış olduğuna bakın. Uy anam...
İnsan yaratmak için istediği etkiyi bilmeli, her şeyi o etkiye göre ayarlayabilmeli.
Nedir ki, sanat, etki yaratmak da değildir. Ama hiç mi hiç. Bu mesele üzerinde insan kendini yoklamalı. İstanbul mahallelerinin yoksulluğunu anlatmak istiyorsanız kadifelerden söz açacak değilsiniz. Yeter ki bir karşıtlık çizmek istemiş olmayasınız.
Demek ki, belli başlı noktaları seçmelisiniz. Bu konu üzerinde derinleşmek için Rus romanlarını inceleyin. Ben Gogol’un Ölü Canlar’ını size salık vereyim. Ölü Canlar’da evlerin, mobilyaların manzarasıyla insan karakterlerinin nasıl canlandırıldığını görebilirsiniz.
Yeni buluşlar!
Sanatı kurtaran yeni buluşlardır. Yaratma, buluşların yeşerdiği yerdedir ancak. Her sanatın kendine göre buluşları vardır. Beklenmedik bir yere bir bemol ya da bir diyez yerleştirmeyi düşünmek, bir buluştur. Yeni bir değişmece (ah, ne de az rastlanır) bir buluştur belki. Yerine oturmuş bir renk, bir eser çapında yepyeni bir orantıdır.
Fakat gerçek buluşlar, düşüncelerin ya da duyguların tutuşmasından doğar.
Buraya, o baş belası "basmakalıp sözler" tartışması sokuşturulabilir. Basmakalıp söz, konuşmalarda kolaylığı sağlayan bir paroladır; bu da duyguya sırt çevirmekte işe yarar. Bir şair, sözcüklerin topunu yaşamak zorundadır, şair olmayanların buna vakti yoktur; basmakalıp sözler adı verilen kolaylık köprüleri bunun için yaratılmıştır. Şair kaç okka basmakalıp söz kullanacağını kestirebilir: ama o, onlara, allamayacağından korktuğu vakit başvurur ancak. Karanlık deyimlere saplanmadan yeniliğe erişebilmek için, hazırlop formüllere uymayan sözcüklerin ne zaman kullanılacağını bilen de odur.
Şiir, bir tutuşmanın, içten bir kaynaşmanın sonucu ise mutlu demektir. İşte o zaman anlaşılmamaktan korkmamak gerekir. Hüner, şiirin mutlu olup olmadığını bilmektedir. Mutlu şiir, güzel ve makarnalık olmayan musikisinden ötürü sakların. Büyük şairler’in şiirleri arasında mutlularını araştırın, birkaç tane ya bulursunuz ya bulamazsınız. Mutlu şiir, kellifelli, ahenkli, akıcı, pırıl pırıl parlayan şiirdir; öyle ki, onu işiten, en hımbıl köylü bile : "Ah, ne güzel,” der de, "Bu da ne demek?” demez.
"Bu da ne demek?" Bize heyecan veremeyen şairleri bu sözle azarlarız. Azarların içinde en ağırı da budur.”